19 Kasım 2018 Pazartesi

Mustafa Kemal Atatürk'ün Evrim Teorisi Hakkındaki Fikirleri



Merhabalar. Yakın zamanda Atatürk ile alakalı pek yazı paylaşmadığımı fark ettim ve bugün (19 Mayıs) bu arayı kapatmaya karar verdim. Açıkcası bilimsel ve dinsel konulara daha çok yer vermeyi tercih ediyorum ama çok sevdiğim ve saygı duyduğum bu adamı sizlerden uzak tutmak da doğru olmaz. Ayrıca arada nasıl olsa Tarihsel yazılar da yayımladığım için, bir iki Atatürk yazısı paylaşsam kimsenin zoruna gitmez herhalde. Gitmemelidir de. Malum, son zamanlarda bu Cumhuriyet’in mimarı olan adamlar hakkında olumlu şeyler söylemek, sanki birilerinin anasına sövmek gibi anlaşıldığı için en ufak şeyde bile 5 yaşında çocuğa anlatır gibi açıklayıcı, çok çok açıklayıcı ve örnekleyici konuşmak zorunda kalır olduk.
Öncelikle, Mustafa Kemal Atatürk ile alakalı, gerek kendi not defterlerini, gerek ailesinin, arkadaşlarının ve yanında bulunan subayların (Örn Salih Bozok, Kılıç Ali, Ali Fuat vb.) yayımladığı hatırâtları, gerekse onunla röportaj yapan gazetelerin (Örn Rıfkı Atay, Ruşen Eşref vb.) yazdıklarını, gerekse onun hakkında yazılmış biyografi kitaplarını (Örn: Paruşev, Armstrong, Kinross vb.) okumuş olmakla beraber, Atatürk’ün kendi yazmış olduğu kitapları (Örn Karlsbad, Medenî Bilgiler vb.) okumuş ve zannedersem haklı olarak 1908–1951 arası tarihimiz ile alakalı bilgili olduğunu iddia edebilecek birisi olarak; (Burada reklam yapmaya çalışmıyorum, sadece gelip de bazı kendinibilmezlerin ‘aman canım ne bilir ki’ önyargısını kırmaya çalışıyorum.) Mustafa Kemal’in çok bilinmeyen, veya biliniyorsa bile dile getirilmeyen bir yönünü kaleme almak istedim.
Mustafa Kemal Atatürk, ömrü boyunca yüzlerle ifade edilecek sayıda kitap okumuş, (Raporlara göre 3997) çok çeşitli konulara kafa yormuş, (Din, bilim, tarih, felsefe, şiir, savaş sanatı, dans vb.) tarihsel açıdan olduğu kadar bireysel olarak da oldukça ilginç bir liderdir. Örneğin, Atatürk’ün ilgilendiği konular askeri stratejiler ve modern hukuk gibi konular olduğu gibi, geometri ve modern bilim gibi bambaşka içerikli konularla da ilgilenmiştir. Bildiğiniz üzere kendisi çok yönlü ve tamamıyle çağının ilerisinde bir lîderdir. Okuduğu kitaplar arasında evrimsel biyoloji ile ilgili olanlar da vardır. Bu yazının konusu da, bu kitaplar hakkındaki fikirleri üzerine olacaktır.
Evrimsel biyoloji, 1920 ve 30'larda tam anlamıyla hız kazanmakta, matematiksel altyapısı keşfedilmekte, genetik ile bağlantısı ayrılmaz bir şekilde kurulmaktaydı. Aynı zamanda Bilim için bir çağ atlama dönemlerine girilmişti: Kuantum Fiziği vb. Birçok değerli bilimadamı yetişmiş, birçok yeni teori üretilmiş, bildiklerimiz tamamen değişmeye başlamıştı… Ancak aynı zamanda bir Alman diktatörlüğü meydana gelmiş bulunmaktaydı. Bilindiği üzere en çok bilimadamı yetiştiren ülke olan Almanya, bir kırılma noktası geçiriyordu ve bütün Alman olmayan bilimadamları ülke dışına sürülüyor, görevden alınıyor ve daha beter durumlarla karşılaşıyorlardı. Atatürk, bu durumdan da faydalanarak, Jinekoloji, Dişçilik ve birçok alanda Türkiye’nin açıklarını ve bilimadamı eksikliğini kapatabilmek adına hiç boş durmadan bu kişilerden faydalanmayı düşündü. Öyle ki, Alman baskısından kaçan yüzlerce profesör ve doktor Türkiye’ye gelmiş ve eğitim üyesi olmaya başlamıştı. Atatürk, Einstein ile de mektuplaşmış, kendisini davet etmiş ancak Einstein çok istediğini söylemesine rağmen gelememişti.
Bir adım geriye dönersek; yüzyıllardır bilimden nasibini alamamış bir ülke olarak, medeniyet ve bilimsel ilerleme konusunda çok zayıf kalmıştık. Yeni kurulmuş bir ülke olarak, son yılları savaşla geçmiş, açlık, sefalet ve yokluk içinde belini doğrultmaya çalışan bir ülke olarak, eğitim konusunda ciddi ilerlemeler göstermemiz gerekiyordu. Atatürk’ün düşüncesine göre, zafer, iktisâdi bir gelişme ile desteklenmedikçe, boşa gitmiş olurdu. Bu yüzden reformlar, devrimler, üst üste gelen yenilikler arka arkaya gelmek zorundaydı. Çünkü vakit yoktu. Bu kısıtlı, zorlu vakitlerde Atatürk, bağnaz, geçmişe takıntılı bir tavır sergilemeyerek, Türkiye’yi kozmopolit bir ülke haline getirmek için uğraştı da uğraştı. Bu dönemlerde evrimsel biyoloji son derece ilgi çekici ve derinlemesine bir araştırma sahası olduğu gibi, aynı zamanda bilimsel camiada var oluşun yegane bilimsel açıklaması olarak çoktan kabul görmüştü de… Ancak bu bilgileri, Türk halkının da bilmesi gerekiyordu.
Görünen o ki bu durum Mustafa Kemal Atatürk’ün de dikkatini çekmiş ve bu konuda çeşitli kitaplar okuyarak kendini bu konuda bilgilendirmeye çalışmış. Bunu yaparken okuduğu kitaplara notlar almış ve ilgisini çeken açıklamaları işaretlemiş. Ayrıca Atatürk’ün modern bilime ilgisi sadece okuma düzeyinde kalmamıştı, devlet matbaası tarafından basılan ders kitaplarına da yansımıştı. Atatürk döneminde yayınlanan kitaplarda evrim gerçeği ve Evrim Teorisi, sıradan bir bilimsel gerçek olarak ele alınmaktaydı. Atatürk, Tarih konusunda da çok fazla çalışmalar yapmış, tezler yazmış, araştırma ve arkeoloji ekipleri kurmuş ve hatta Meksika’ya çalışma yapılması için heyetler bile göndermiştir.
Ancak yazımın ana konusuna geri dönersek; bu makalede, Atatürk’ün okuduğu evrimle ilgili kitaplara yönelik aldığı notlar ve işaretlediği kısımlar ile ilgili bir derleme göreceksiniz. Umuyorum ki bu, ülkemizin kurucusunun bilimsel perspektifini anlamak açısından bir nebze faydalı olacaktır.
Önemli Uyarı: Bu derleme, “Bakın Atatürk de kabul etmiş, demek ki evrim doğrudur.” gibi saçma bir argüman ileri sürmek için kaleme alınmamıştır. Evrimin doğruluğunu bilmek ve göstermek için, bu konuda uzman biri olmayan Atatürk’e ihtiyacımız olmadığı gibi, Atatürk’ün (veya bu sahanın uzmanı olmayan herhangi bir diğer şahsın) bilimsel bir gerçeği kabulü veya reddinin bilim açısından herhangi bir değeri ve önemi yoktur. Yani bu derlemede Atatürk’ü “putlaştırma” gibi bir hedefim olmamakla birlikte, günümüz siyasetçilerinin bilimden ve toplumdan, gerçeklerden uzaklığı göz önüne alınarak, zamanında ne gibi politikacıların, askerlerin ve liderlerin olabildiğini göstermek, Türkiye bugün bir nebze modern ise, bunu borçlu olduğu insanların başında gelen ismin bir zamanlar çağının ne kadar ilerisinde olduğunu dile getirmek hedeflenmiştir.
Ayrıca günümüzde göz ardı edilmeye çalışılanın aksine, Mustafa Kemal Atatürk’ün, şu anda içerisinde yaşamayı sürdürebildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasındaki önemli rolü bir gerçektir. Bu gerçek, Atatürk’ün sevilip sevilmemesinden, onunla ilgili düşüncelerden ve hislerden tamamen bağımsız, tarihsel bir veridir. Dahası, günümüzde halen on milyonların Atatürk’ün düşüncelerine ve gösterdiği yola ne denli önem verdiği de bir kamuoyunca bilinen gerçektir.
Bu sebeplerle bu araştırma yazısı, herhangi bir misilleme yapmaksızın, Mustafa Kemal Atatürk’ün izinden giden ve düşüncelerine değer veren insanlara armağan ve yol gösterici olması için yazılmıştır. Bunun dışındaki amaçlarla konuyu bilim harici noktalara çekmeye çalışanlara kesinlikle izin verilmeyecektir. Ayrıca bu yazıyı hazırlarken faydalandığım kitapları ve internet sitelerinin linklerini de yazı sonuna ekleyeceğim ki, karalamak isteyenler veya bazı şeyleri görmezden gelmek isteyenler olursa “gözlerine gözlerine” sokmuş olabileyim.

Atatürk’ün Bilim ve Evrim ile alakalı Notları

Atatürk’ ün bir asker olmasına rağmen bilime olan ilgisini ve verdiği önemi gördükçe, gerçek bir deha olduğunu anlamamak elde değil.
‘’Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse bilimi seçin.’’ diyerek bilime olan saygısını gösteren Atatürk, evrim kuramının doğruluğu hakkında da yorumlarda bulunmuş, bilime olan ilgisini göstermiştir. Not defterlerinden ve birden fazla kaynaktan derlenen kendi el yazısıyla yazılmış, çok büyük ihtimalle okuduğu kitaplardan ilgisini çeken yerlerden, kendi sözcükleriyle izah edilmiş yaşamının öyküsünü Atatürk’ten dinleyelim (yazılar, tüm yazım hatalarıyla birlikte, olduğu gibi aktarılmıştır):
“Hayat her hangi bir doğa dışı etkenin müdahalesi olmaksızın dünya üzerinde doğal ve zorunlu bir kimyasal ve fiziksel olaylar dizisi sonucudur. Hayat sıcak, güneşli ve sığ bir bataklıkta başladı. Oradan sahillere ve denizlere yayıldı. Denizlerden tekrar karalara geçti. İlk hayvan denizlerde balık ve karalarda muhtelif kemikli yaratıklar oldu. Bunlar devirlerde şekilden şekile tekamül ettiler. İnsanlar sularda kaynaşıp çırpınan bir varlıktan bu günkü şekline geldi…
Tabiatın, her şeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkça, tabiatın çocuğu olan insan, kendinin de büyüklüğünü ve haysiyetini anlamaya başladı.
İnsanlar sularda kaynaşıp çırpınan bir mevcuttan bu günkü şekline geldi. İnsanın bu günkü yüksek zeka, idrak ve kudreti milyonlarca ve milyonlarca nesilden geçerek hazırlandı. Artık insan bugün tabiatın nihayetsiz büyüklüğüne ve tabiat içinde kendi nevinin mukederatına gittikçe büyüyen bir irade ve şuur ile bakıyor.”
— -
“İnsanlar, sürfeler gibi sulardan çıktılar ilk önce… İlk ceddimiz balıktır. İşler daha ilerledikçe o insanlar, primat zümresinden türediler. Biz maymunlarız; düşüncelerimiz insandır.”
— -
“Tabiat insanları türetti; onları kendine taptırdı da. Ancak; insanların dünyada yaşayabilmeleri için, onların tabiata egemenliğini de şart kıldı. Tabiata egemen olmasını bilemeyen yaratıklar varlıklarını koruyamamışlardır. Tabiat onları kendi unsurları içinde ezmekten, boğmaktan, yok etmekten ve ettirmekten çekinmemiştir.
Bundan 200 sene evveline kadar dünyanın 5–6 bin sene önce yaratıldığı ve insanın Basra’ya iki günlük yolda, Fırat nehri üzerinde bulunan Cennet’te yaratıldığı zannolunmakta idi. Bu kanaatlar hep din kitaplarındaki hikayelerin, olduğu gibi hakikat sanılmasından doğuyordu. Artık hayatın 6 bin senelik değil, milyonlarca senelik olduğu anlaşılmıştır. Bu anlayış arzdaki kaya tabakaları ile onların arasındaki fosillerin 100 seneden beri, usul dairesinde tetkiki sayesinde olmuştur.
Hayat, dünyanın karalarında, denizlerinde ve havasındadır. Kainatın bizim dünyamız haricindeki yerlerinde, şimdiki halde, hayatın mevcudiyetini kati olarak bilmiyoruz.
Dünyanın, güneşten geldiğini, zamanla şeklini, manzarasını değiştirdiğini ve bu suretle en nihayet, bugünkü hali aldığını hatırlattıktan sonra, şimdi dünyada hayatın tetkikine geçilebilir.
Fakat hayatın dünya üzerinde nasıl başladığını henüz kat’î surette bilmiyoruz.
Hayatın ince, sulu çamur şeklinde tabîi şerâit altında başlamış ve sonra, hissolunan surette, yavaş yavaş tamamıyla hayata mahsus vasıflar almış olması muhtemeldir. Herhalde şunu kabul etmek lâzımdır ki hayat tabiatın haricinde gelmiş değildir ve tabiâttın fevkinde bir amelin eseri de değildir. Hayat tıpkı suyun buhar olması; bazı cisimlerin billür haline geçmesi, hararet tesiri ile toprağın yarılması kabilinden zaruri bir tabiat hadisesidir ve husulü lâzım olan tabii sebepler mevcut olduğu zaman kendiliğinden hâsıl olmuştur.
İlk hayata ait, bu güne kadar edinebildiğimiz bütün bilgilerin kitabı ‘’kayalar sicilidir’’. Bu sicile göre en eski kayalar, hiç bir hayat eseri göstermiyor. Çok sonraları da kayalarda görülen ilk hayat izleri pek basit şeylerdir. Küçük hayvan kabukları, deniz otlarının sapları gibi.
Daha sonra (1–2 milyon süren devrede) denizde ilk balıklar meydana geldi. Bu devirde, karada henüz toprak dahi yoktu. Bundan sonradır ki karada, birden pek mütenevvi, kalın bataklık nebatları görülür. Bu nebatların çoğu, büyük ağaçlar halinde yosunlar, ağaç büyüklüğünde otlar gibi şeylerdir.
(…)
Asırdan asıra bir çok şekilde hayvanlar, denizden karaya çıkmaya başladı. Bunlar hem kara, hem deniz hayvanları idi. Karada bataklıkta yaşarlardı.
Bu devirden sonra bir yaz ve büyük bir yeni hayat devresi başladı. Dünyanın haritası, bugünkü dünya haritasına, müphem surette benzedi. (İlk hayatın başlangıcından, bu güne geçen zaman, 60 veya 600 milyon sene tahmin edilmektedir.) Bu yeni devrin başlaması ile, ilk defa dünyada, Mer’alar vücut buldu… Mer’alarda ot yiyen hayvanlar meydana geldi. Bu devir inkişaf ettikçe, nebatlarının ve hayvanlarının bugün dünyada görülenlere benzeyişleri arttı. Yavaş yavaş çirkin ve kaba nesiller, bugünün mütekamil memeli hayvanlarına inkılap etti. Bu hayvan zümresinin başında; sıra ile maymunlar, kuyruksuz maymunlar ve nihayet insanlar bulunmaktadır. Tesbit ettiğimiz hayat zincirinin başlangıcı ve nihayeti daha aydınlatılmak ihtiyacındadır.
(…)
Gördük ki, hayat zincirinin son halkası insandır. Bu zincire nazaran insanın sair memeli hayvanlar gibi, daha basit bir sınıfa ait cetlerden geldiği kanaatine varılır.
Filhakika umumiyetle iddia olunuyor ki, insanın ve büyük maymunların müşterek bir cetleri vardır. Bu cet dahi, daha basit şekilleri haiz bir nesilden, ilk memeli hayvan cinslerinin birinden ayrılıyor. Bu memeli hayvan bir nevi yerde sürünen hayvandan ve nihayet bunların hepsi de ilk hayat şekli olan iptidai hücreye dayanıyor. İnsanın bu şeceresi, insanın teşrihi ile sair kemikli hayvanların teşrihi arasındaki mukayeselere müstenittir.
(…)
İnsanların ceddi olarak tasvif olunan mahlük,kayalar arasında saklanan koşucu bir mahluk idi. Bu mahluk kolayca ağaçlara tırmanabiliyor, ayaklarının başparmakları ile ikinci parmakları arasında bir maddeyi tutabiliyordu. Bu insan ceddinin dünya yüzünde yaşadığı devir; ilk memeli hayvan devri pek eskidir. Fakat bu mahlukta tabii, bir cetten iniyordu. Bu cet daha eski bir zamanda yerde sürünen hayvanlar devrinde yaşamıştır. Bu hayvan, ağaçlar arasında yaşardı.
İnsanların cetleri olan bu mahlukatlara ait olmak üzere bulunan ilk izler arasında en mühimleri bazı taşlar ve bilhassa çakmak taşlarıdır. Bunlar pek kaba tarzda ve elde tutulmak için yontulmuşlardır.
Bu ilk aletler arasında en eskileri milâttan 50.000 senedden daha evvelki zamanlara aittir. Fakat bu ilk aletleri yapan mahluklara ait ne kemiklere ne de buna benzer sair izlere bu güne kadar tesadüf edilmemiştir. Binaenaleyh, bu mahlüklara, yalnız eser olarak bıraktıkları bu ilk aletlerin mevcudiyetiyle intikal ediyoruz.”
Atatürk’ün, bilim konusundaki görüşleri ve yazılarını kaleme almaya çalışırsam eğer, sanırım okuması saatler sürecek bir yazı hazırlamak gerekirdi. Ancak, sadece bir konuyu esas alarak, en önemli notları birleştirerek sunmak daha mantıklı olacağından, yazıyı burada bitirmeyi tercih ediyorum. Daha ayrıntılı, daha net bilgiler edinmek ve Atatürk’ün özel yaşamı ve düşüncelerini anlamak isterseniz; aşağıda belirttiğim kaynaklardan faydalanınız. Keyifli okumalar dilerim…

NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım benden özel izin alınmadan ve kaynak belirtilmeden hiçbir ortamda kullanılamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz. Benden özel izin almadan ve kaynak belirtmeden kullandığınız taktirde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.

Kaynakça

  • Ali Mithat İnan — Atatürk’ün Not Defterleri, Gündoğan Yayınları, 3. Baskı, Ağustos 1998, Kızılay/Ankara.
  • Ali Fuat Cebesoy — Sınıf Arkadaşım Atatürk, İnkılap Kitabevi, 1. Baskı.
  • Orhan Asena — Mustafa, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1993.
  • Sinan Meydan — Atatürk ile Allah Arasında, “Bir Ömrün Öteki Hikayesi”, İnkılap, 2017.
  • Melda Özverim — Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü, Doğan Kitap, 1. Baskı.
  • Atatürk ve Darwinizm, Prof. Dr. Zafer Toprak, Boğaziçi Üni. (YouTube)
  • Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler (1968), Afet İnan.
  • Ruşen Eşref Ünaydın- Atatürk, Tarih ve Dil Kurumları Hatıraları.
  • Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi.
  • Ayrıca Evrimağacı sitesinden de faydalanılmıştır.


Atatürk’ün Güneydoğu Projesi (GAP, Dersim)



Bu yazıyı, çok değerli tarihçi Sinan Meydan’dan alıntılayarak sizlere sunuyorum. Kendisi çok sevdiğim bir tarihçi ve yazardır. Ülkemizin özellikle sahte tarihçilik yapan ve yalan dolan hikayeler anlatan ‘sözde’ tarihçiler ile boğuştuğu bu günlerde, çizgisini bozmadan Atatürk hakkında araştırmalarına ve konuşmalarına devam eden bu adamı, bu yazı vesilesiyle saygıyla anıyorum.

Atatürk’ün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Yatırımları


Atatürk, “çağdaş” bir Türkiye yaratmak istemiştir; hurafeler yerine “akıl” ve “bilimin” egemen olduğu, “kulluktan” kurtulup “birey” olan insanların “özgür iradeleriyle” kendi kendilerini yönettiği, eğitim seviyesi yüksek, herkesin birlikte çalışıp, birlikte üretip, birlikte bölüştüğü,“eşitlikçi” ve “tam bağımsız” bir Türkiye yaratmak istemiştir.
Atatürk, böyle bir Türkiye yaratırken, öncelikle Türkiye’deki Ortaçağ kalıntısı “kemikleşmiş” feodal yapıyı kırmakla işe başlamıştır.
Ancak, “tarikat” ve “cemaat” yapısı içinde kimliğini ve kişiliğini kaybetmiş, kaderini ağaya, şeyhe ve şıha bırakmış, ekonomik özgürlüğü olmayan, okuma yazma bilmeyen, dinle kandırılmış, emperyalist oyunlarla kışkırtılmış Kürt vatandaşları, 500 yıllık “feodalist” ve “emperyalist” kıskaçtan bir anda çekip almak çok da kolay olmamıştır.
Yüzlerce yıllık alışkanlıklar ve çıkarlar, genç Cumhuriyetin karşısına “dev bir hayalet” gibi dikilmiştir.
Atatürk, “Kürt sorununu” besleyen Doğu’daki “feodal yapıyı” kırmak için herşeyden önce “toprak ağası” durumundaki “aşiret reislerinin” topraklarını ellerinden alarak yoksul köylüye dağıtmanın, yani “toprak reformu”nun hesaplarını yapmıştır.
Bu amaçla, 1934 yılında İskan Kanunu çıkarılmıştır.[1]
Bu kanuna göre yoksul ve topraksız köylüye toprak dağıtılacaktır.[2]Kanunun 10. maddesine göre “Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı ve şeyhliği”kaldırılmıştır. Kanun, “Aşiretlerin şahsiyetlerine veya onlara gönderme yaparak, reis, bey, ağa ve şeyhlere ait olarak tanınmış, kayıtlı ve kayıtsız bütün taşınmazların teminatsız kamulaştırılıp, göçmenlere, mültecilere, naklolunanlara, topraksız veya az topraklı yerli çiftçilere dağıtılıp tapuya bağlanmasını” öngörmüştür. [3]
1935 yılında toplanan (9–16 Mayıs) CHP 4. Büyük Kurultayı’nda ilk kez Toprak Reformu’na yer verilmiştir.[4]
14 Mayıs 1935 tarihinde kabul edilen CHP Programı’nın 34. maddesi şöyledir: “Her Türk çiftçisini yeter toprak sahibi etmek partimizin ana gayelerinden biridir. Topraksız çiftçiye toprak dağıtmak için özgü istimlak kanunları çıkarmak lüzumludur.”[5]
1935 ve 1937’de İçişleri, Sağlık ve Tarım Bakanlıkları Toprak Kanunları hazırlamıştır.[6]
1935’te Vakıflar Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunla Vakıf toprakları eylemli olarak tasfiye dilmiş, böylece feodal, dinsel kurumların temelini oluşturan büyük vakıf toprakları devlet mülkiyetine alınıp satış yoluyla özelleştirilmiştir. Ancak bu toprakların varlıklı alilerin eline geçmesi istenilen sonucu vermemiştir.[7]
1937’de kamulaştırma ve toprak dağıtımı için Anayasa değişikliği yapılmıştır. 13 Şubat 1937’de Anayasa’nın 74. maddesine şu fıkra eklenmiştir:
Çiftçiyi toprak sahibi yapmak ve ormanları devlet tarafından idare etmek için istimlak olunacak arazi ve ormanların istimlak bedelleri ve bu bedellerin ödenmesi sureti özel kanunlarla tayin edilir.” [8]
Sonuçta, 1934–1938 arasında toplam 90 bin civarında aileye 3 milyon dönüm kadar toprak dağıtılmıştır.[9]
Genç Cumhuriyet 1923–1938 arasında toplam, 246.431 aileye toplam 9. 983.750 dekar toprak dağıtmıştır.
Ancak, Atatürk’ün ve genç Cumhuriyetin bütün iyi niyetli çabalarına karşın ortaya çıkan bu tablo yetersizdir. Her şeye rağmen feodalizim canavarı Cumhuriyete meydan okurcasına halkın kanını emmeye devam etmiştir. Hatta günümüzde bile çoğu bölgelerde hâlen ağalık rejimi devam etmektedir. Bunun en büyük sebeplerinden birisi de, doğu’daki halkın “ağamızdır, beyimizdir” psikolojisi ile haklarını aramayışıdır.
Atatürk, Kürtleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin “eşit yurttaşları” yapmak için kültürel, ekonomik, siyasal ve toplumsal birçok adım atmıştır.
Bu adımlara geçmeden önce 1920’lerde ve 1930’larda bölgenin temel özelliklerine bakmak yerinde olacaktır.

İşte o günlerin Güneydoğusu:
« Bölgenin imkânsızlıklarından dolayı, bölgeye yöneticiler ve memurlar gitmemektedir.
« Bölge halkı hükümet ile eşkıya arasında sıkışıp kalmış ve iki taraflı “korku psikolojisi” içine girmiştir. Köylü hükümete, eşkıya hakkında bilgi verince, eşkıyanın baskını ile karşılaşmaktadır.
« Bölgede sıkça isyan çıkmaktadır.
« Bölgede dikkate değer esnaf, tüccar ve sanat erbabı yoktur. Bu durum halkı mağdur etmektedir.
« Yol durumu çok kötüdür.
« Okuma yazma oranı çok düşüktür.
« Tabiat şartları çok zordur. Bölgenin bazı illerinde kış, 8 ay sirmekte ve yollar ulaşıma kapanmaktadır.
« Erzurum sathı 1900, Van gölü sathı 1720 m. irtifadadır. Böyle olunca ürünler şehirlere gidemediği için köylünün elinde kalarak çürümektedir.
« Topraklar, toprak ağalarının elindedir, köylü ağaların hizmetkarı durumundadır.
Cumhuriyet tarihi yalancılarının sıkça dile getirdikleri, “Atatürk döneminde genç Cumhuriyetin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yatırım yapmadığı!” tezi, pek kolay anlaşılabilir ki; doğru değildir. Sürekli isyanlarla çalkalanan, dolayısıyla sürekli “asayiş sorunlarının” yaşandığı, coğrafi ve toplumsal yapıdan kaynaklanan zorlukların geçit vermediği bir bölgeye yatırım yapmanın güçlüğüne karşın, genç Cumhuriyetin yine de en çok yatırım yaptığı bölgelerden biri Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri olmuştur. Nitekim, aynı dönemde ülkenin diğer bölgelerinde asayiş problemi yaşanmamasına karşın, Doğu illeri ortalamalarının altında kamu harcaması almış iller vardır.[10]
Bu nedenle o dönemdeki göreceli “yatırım azlığını”, “Genç Cumhuryet doğuya yatırım yapmadı!” yalanıyla değil de, ülkenin genel ekonomik koşullarıyla açıklamak daha doğru olacaktır.[11]
Ayrıca, ülkenin 100 senedir sürekli savaşmakta olduğu, artık ülkede doğru düzgün çalışabilecek er kalmadığı, kalanların yarısının sakat ve gâzi olduğu ve henüz ülkemiz çok yeni olduğu ve hâlâ Osmanlı’dan kalan borçları ödemek gibi bir yükümlülüğü de hesâba katılırsa, o dönemde bırakın yatırım yapmayı;(ki yapılmıştır) halkın açlıktan ölmesini engellemenin bile çok büyük bir mârifet olduğu kolaylıkla anlaşılabilir.
Ayrıca bölgedeki isyanlar, ülke ekonomisine ciddi yükler getirmiştir. İngiliz The Times gazetesine göre Türkiye’nin sadece Şeyh Sait İsyanı’ndaki kaybı 20 milyon Paund’dur. Buna rağmen, genç Cumhuriyet, bölgenin asayişini sağlamak ve bayındırlık hizmetleri götürmek için, uzun yıllar boyunca bölgeye “özel ve olağanüstü” ödenekler aktarmıştır.[12]
Hatta “Tunceli” adında yeni bir il bile kurmuştur.[13]
Bu ilin kurulmasına ilişkin yasa teklifi, dönemin İçişleri Bakanı tarafından “Cumhuriyet devri memleketin esaslı ihtiyaçlarını temin ederek asıl hastalığı tedavi etmek şiarı olduğu için, burada da medeni usullerle bir tedbir düşünüldü. Ve bu program ile memleketin her yerinde olduğu gibi buraların da Cumhuriyetin feyizlerinden istifade etmesini gözetti” denilerek Meclis’e sunulmuştur.[14]
Özakıncı’nın deyişiyle, Dersim’i yeniden yapılandırmayı amaçlayan 25 Aralık 1935 tarihli “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakkında Kanun”la,“Cumhuriyet, aşiretlerin Dersim’ini, insan ve yurttaş haklarının Tunçeli’sine dönüştürmek” istemiştir.[15]
Cumhuriyet, aşiretlerin ‘Dersim’ini, insan ve yurttaş haklarının ‘Tunç Eli’ne dönüştürmek üzere; yöreyi köprüler, yollar, okullar, hastahaneler, sinemalar, tiyatrolar, halk evleri, bankalar, ziraat kurumlan, hükümet binaları, adliye örgütü, karakol ve kışlalarla donatmaya başladı. Başka yöreden işçi getirilip çalıştırılması yasaktı. 
Bütün yapılar dolgun bir gündelik verilerek yöredeki aşiret üyelerine yaptırılacak; aşiret üyesi, reisinden bağımsız bir birey olarak çalışıp emeğinin karşılığını para olarak alacak; yüzyıllar boyu yalnızca kendi ailesinin yaşamı için gerekli şeyleri tüketebileceği kadar üreten, bundan fazla üretim yapmadığı için pazara götürüp satacak bir varlığı bulunmayan, dolayısıyla özel mülk nedir, parasal birikim nedir, mülkiyet özgürlüğü nedir tatmamış olan aşiret üyelerinin ceplerine para girecek; aşiretten bağımsız kendisine özel birikim yapmayı ve kendi birikimini dilediği gibi kullanmayı öğrenen aşiret üyeleri böylelikle aşiret düzeninden uzaklaşıp, insan ve yurttaş haklarına adım atacaktı.
Aşiretler Dersim’inin, özgür birey yurttaşlar Cumhuriyet’inin “Tunç Eli”ne dönüştürülmesi, tasarının biricik amacıydı. Çalışmalar coşkuyla sürüyor, yapımı bitirilen bir köprünün ATATÜRK tarafından açılacağı söyleniyordu. Fakat öyle olmadı. O günleri yaşayan İhsan Sabri Çağlayangil anılarında o günleri:
Atatürk Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. O tarihte Seyit Rıza Dersim’in lideri. Devlet, Fırat üzerine bir köprü yapmış. Köprünün başında da bir karakol. Karakolda 33 askerimiz, başlarında İsmail Hakkı adında bir yedek teğmen var. Köprüye Dersimliler saldırı düzenliyor. Karakol yakılıyor ve 33 askerimiz şehit oluyor. İşte bu olay isyanın başlamasıdır. Atatürk olayla ilgileniyor ve kesin talimat veriyor: ‘Bu meseleyi kökünden hallediniz’ diye anlatmıştır.”[16]
İşte Atatürk Cumhuriyeti’nin Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bazı yatırımları[17]:
« 1924’te Diyarbakır-Ergani Madeni devletleştirilerek işletmeye açılmıştır.
« 1925’te -köylüyü ezen- Aşar Vergisi kaldırılmıştır.
« 1925’te 3 milyon lira sermaye ve %50 nispetinde Alman sermayesiyle “Ergani Bakırı Türk Anonim Şirketi” kurulmuştur.[18]
« 1925’te tütün rejisi yabancılardan alınmıştır.
« 1929’da Elazığ’da “Elaziz İpek Mensucat Türk Anonim Şirketi”nin” kurulmasına karar verilmiştir.[19]
« 1929’da “Yol ve Köprüler Yapımına İlişkin Kanun” çıkarılarak Güneydoğu Anadolu’da pek çok yol ve köprü inşa edilmiştir.
« 1932’de Ankara’da Birinci Tütün Kongresi toplanmıştır.
« 1934’te Diyarbakır-Siirt yolunda Pasur köprüsü açılmıştır.
« 1934’te Fevzipaşa-Diyarbakır demiryolu tamamlanmıştır.
« 1934’te Elazığ’a demiryolu ulaşmıştır.
« 1934’te Yolçatı-Elazığ demiryolu işletmeye açılmıştır.
« 1934’te Siirt’te 7 yeni cadde ve 21.384 metre yeni kaldırım yapılmıştır.
« 1934’te Elazığ’ın Maden ilçesi Alacakaya (Guleman) krom sahası “Şark Kromları İşletmesi” idaresinde 1936’dan itibaren işletilmiştir.
« 1935’te Adıyaman Göksün köprüsü açılmıştır.
« 1935’te Munzur suyu köprüsü açılmıştır.
« 1935’te Van gölü işletmeye açılmıştır.[20]
« 1935’te Keban maden köprüsü açılmıştır.
« 1936’da Erzurum’da Kız Sanat Okulu açılmıştır.
« 1936’da Erzurum-Sivas demiryolu hattının temeli atılmıştır.
« 1936’da Yazıhan-Hekimhan demiryolu işletmeye açılmıştır.
« 1936’da Malatya’da Sigara Fabrikası kurulmuştur.[21]
« 1936’da Bitlis’te Sigara Fabrikası kurulmuştur.
« 1937’de Malatya Bez Fabrikası’nın temeli atılmıştır.[22]
« 1937’de Hekimhan-Çetin demiryolu işletmeye açılmıştır.
« 1937’de Islahiye deniryolu işletmeye açılmıştır.
« 1937’de Atatürk Tunceli’de Singeç körüsünü açmıştır.
« 1937’de Diyarbakır- Cizre demiryolunun temeli atılmıştır.
« 1938’de Ankara-Erzurum demiryolu Erzincan’a ulaşmıştır.
« 1938’de Sivas Çimento Fabrikası’nın yapmına başlanmıştır.[23]
« 1938’de Erzurum’da 900.000 TL.lık bir imar çalışmasıyla ilçeler dahil 30 ilkokul, sinema şehir elektriği vs. yatırımlar gerçekleştirilmiştir.
« 1938’de Erzurum’da Ilıca nahiyesinde posta ve telgraf merkezleri açılmış, 14 derslikli ilkokul binası ihale edilmiş, gazino ve lokantası olan bir otel de planlamaya alınmıştır.
« 1938’de Erzurum’da Doğu Kültür Kongresi açılmıştır.
Atatürk’ün genç Cumhuriyeti, Türkiye’de görülen “trahom hastalığıyla mücadele” konusunda Güneydoğu Anadolu’da büyük bir çalışma başlatmıştır. Adana, Gaziantep, Malatya, Urfa ve Maraş’taki mücadele sırasında toplam 120 yataklı trahom hastaneleri kurulmuş ve yalnızca 1934 yılında müracaat eden 87.000 kişiden 2215’i tedavi, 4318’i ameliyat edilmiştir.[24]
Fethi Okyar Hükümeti’nin önemli hedeflerinden biri Doğu Anadolu’da “dokuma sanayine” hız kazandırmaktır. Hükümet programında, bölgede 10.000 iğlik bir iplik fabrikası kurma hedefinden söz edilmiştir.[25]
Atatürk, 1937’de Celal Bayar başkanlığındaki hükümete “en kısa yoldan, en ileri ve en refahlı Türkiye idealine ulaşmak” için yeni ekonomik hedefler göstermiştir. Bu hedefler doğrultusunda hazırlanan Celal Bayar’ın üç yıllık maden işletme ve dört yıllık sanayileşme planları,[26] kamuoyunda büyük heyecan yaratmıştır.[27]
Bayar’ın sanayileşme planında, Doğu Anadolu’yu doğrudan etkileyecek Trabzon limanı ile Sivas’ta çimento ve Motor fabrikaları, Iğdır pamuklarını işlemek için Erzurum’da iplik fabrikası kurulması da yer almıştır. Ayrıca programda öngörülen üç şeker fabrikasından ikisinin Doğu illerinde inşası planlanmıştır.[28]
Erzurum’da kurulacak iplik fabrikası için gereken elektrik enerjisinin Tortum şelalesinden elde edilmesi için mühendisler grubuna incelemeler yaptırılmış ve buradan elde edilecek enerjiyle “bütün Doğu’nun, bilhassa Erzurum’un mühim bir sanayi merkezi olması kabiliyetini kazanacağı” anlatılmıştır.[29]
Atatürk döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde 6.124 işyeri açılmıştır.[30]
Atatürk, 1930’larda Doğu’da bir “üniveriste kurma” talimatı vermiştir. Bu doğrultuda bugünkü Erzurum Atatürk Üniversitesi kurulmuştur.[31]
Rahmi Doğanay, “1930–1945 Dönemi Doğu Anadolu Bölgesinde Uygulanan Sanayi Politikaları” çalışmasının sonucunda, genç Cumhuriyetin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birçok yatırım yaptığını doğrulamıştır:
“Doğu Anadolu, Birinci Sanayi Planı çerçevesinde maden, dokuma ve sigara sanayi gibi birçok endüstriyel kuruluşa kavuşmuştur. Kaldı ki; bu dönem kalkınma ve sanayileşme hedefleri bölgesel gelişmeyi değil, bütün ülkenin topyekün gelişmesini hedeflemiştir. İkinci Sanayi Planı ise daha geniş kapsamlı olmakla birlikte uygulamada dünya ve Türkiye’nin olağanüstü şartları içinde daha etkisiz kalmıştır.
İzmir İktisat Kongresi’nden itibaren ülkenin tümüyle bayındır ve mamur hale getirilmesi konusunda izlenen iktisadi politikalar hem devletin sorumluluk alması, hem de özel teşebbüsün yatırımlar için teşvik edilmesine yöneliktir. Birkaç kez çıkarılan Sanayii teşvik Kanunları da iktisadi gelişmeyi sağlamak amacını taşımaktadır. Birinci ve İkinci Beş yıllık Sanayi Planları da ülkenin her tarafı için olduğu kadar, Doğu Anadolu’da devlet ve özel teşebbüs yatırımlarının yaygınlaştırılması yönünde hedefler koymuş, Atatürk de yurt gezilerinde bölgenin özelliklerine göre yapılacak yatırımlar açısından görüşlerini beyan etmiştir. Ayrıca bu gezilerde yatırımları teşvik amacı da dikkate alınmıştır..”[32]
Ramazan Topdemir de, “Atatürk’ün Doğu-Güneydoğu Politkası ve GAP” adlı kitabında, Atatürk döneminde genç Cumhuriyetin ayrım yapmadan “yurdun her tarafını” kalkındırmak için çok büyük yatırımlar yaptığını, özellikle tarımla uğraşan köylüye büyük kolaylıklar sağladığını ifade etmiştir:
“Ülkenin en uzak köşelerinde bile halkın huzuru ve güvenliği öylesine sağlanmıştır ki bunu geçmişin en sakin dönemleriyle karşılaştırmak bile yersiz olur. Herkes güven içinde tarlasında çalışmakta ya da zanaatını yürüttüğü yerde işin başındadır. Bu insanlar çalışmalarının sonuçlarından yararlanabileceklerinden emin ve bunların ellerinden zorla alınamayacağının güveni içindedirler. Ekonomi, eğitim sosyal yardım konularında şimdiden somut sonuçlar alınmıştır. Daha önceden var olan tarım okullarına Bursa’da, Balıkesir’de İzmir’de, Adana’da, Erzincan’da beş yenisi eklenmiştir. Savaşın ve değişmelerin işlemez hale getirdiği Ziraat Bankası yeniden çalışır hale getirilmiş ve birçok yerde şubeler açılarak halkın yardımına koşulmuştur. Pek çok sığınak ve göçmen refahları yönünden uygun yerlere gönderilerek yerleştirilmiştir. Bu işin daha çok yürütülmesi için özel yardım bankaları kurulmak üzeredir.
Köylülere önemli düzeyde iki buçuk milyon liralık tarım aletleri dağıtılmıştır ve dağıtım sürdürülmektedir. Ayrıca köylülere tarım araç, gereçleri vermek gerektiğinde bunları onarmak amacıyla sermayesinin yüzde 70`ine katıldığımız bir şirketle anlaşma yapılmak üzeredir. Bu anlaşma çiftçileri çok memnun edecek ve onların yararına olacaktır.”
Atatürk’ün Güneydoğu Anadolu bölgesine yönelik en önemli projesi, Atatürk öldükten sonra hayata geçirilen GAP Projesi’dir. Tarihin en büyük dehalarından Atatürk, “Buraya bir insanlık gölü inşa edelim” diyerek GAP’ın ilk adımını 1934 yılında atmıştır.[33] 

Atatürk’ün talimatıyla, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki mevcut su kaynaklarından elektrik elde edilmesi için 1936 yılında Elektirk İşleri Etüd İdaresi kurulmuştur. “İdare, ‘Keban Projesi’ ile yoğun etüdlere başlamış, Fırat Nehri’nin her açıdan tetkiki ve sonuçlarının tespiti için rasat istasyonları kurmuştur. 1938 yılında Keban boğazında jeolojik ve topoğrafik etüdlere başlanmıştır. 1950–1960 yılları arasında gerek Fırat gerekse Dicle üzerinde Elektrik İşleri Etüd İdaresi tarafından sondaj çalışmalarına ağırlık verilmiştir”[34].
Böylece GAP’ın alt yapısı hazırlanmıştır.
Atatürk, Doğu’yu nasıl görmek istediğini; Diyarbakır, Malatya, Elazığ ve Tunceli gezisinde yanındaki Sabiha Gökçen’e şöyle ifade etmiştir:
“İnsan ömrü yapılacak işlerin azameti karşısında çok cüce kalıyor Gökçen… Geçtiğimiz yerlerde fabrikaları görmek istiyorum, ekilmiş tarlalar, düzgün yollar, elektrikle donanmış köyler, küçük, fakat canlı, tertemiz, sağlıklı insanların yaşayabileceği evler, büyük yemyeşil ormanlar görmek istiyorum.
Gürbüz çocukların, iyi giyimli çocukların yüzleri sararmamalı, dalakları şiş olmayan çocukların okuduğu okullar görmek istiyorum.
İstanbul’da ne medeniyet varsa, Ankara’ya da ne medeniyet getirmeye çalışıyorsak, İzmir’i nasıl mamur kılıyorsak, yurdumuzun her tarafını aynı medeniyete kavuşturalım istiyorum. Ve bunu çok ama çok yapmak istiyorum.
Dedim ya, insan ömrü çok büyük işleri başarabilecek kadar uzun değil. Mamur olmalı Türkiye’nin her bir tarafı, müreffeh olmalı…
Devletin yapamadığını, millet; milletin yapamadığını devlet yapmalı. her şeyi yalnız devletten ya da her şeyi yalnız milletten beklemek doğru olmaz. Devlet ve millet ülke sorunlarını göğüslemede daima el ele olmalıdır.
‘Ben yapabildiğim kadarını yapayım, sonra ne olursa olsun’, benim kitabımda yok. Geleceği, geleceğin Türkiyesi’ni, düşünmek, görevim. Bir iş aldık üzerimize, bir savaşın üstesinden geldik, şimdi ekonomik alanda savaş veriyoruz, daha da vereceğiz… Bu heyecanı yaşatmak, bu heyecanın ürünlerini görmek lazım.”
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da fabrikalar, ekili tarlalar, düzgün yollar, elektirkli köyler, tertemiz, canlı ve sağlıklı insanların yaşayacağı evler, gürbüz çocuklar ve büyük yemyeşil ormanlar görmek isteyen Atatürk’ün en büyük amaçlarından biri bütün Türkiye’nin olduğu gibi Doğu’nun da kalkınmasıdır!…
Atatürk’ün ve genç Cumhuriyetin tüm Türkiye’yi olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini kalkındırmak için yaptığı bu çalışmalar, asırlardır bölge halkını sömüren feodal unsurların; ağaların, şeyhlerin ve şıhların tepkisini çekmiştir. 
Genç Cumhuriyetin bu yatırımları devam ederse bölge halkı üzerindeki nüfuzlarını tamamen kaybedeceklerini düşünen bu feodal unsurlar, Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen ayrılıkçı unusurlarla anlaşarak, genç Cumhuriyete başkaldırmışlardır.Genç Cumhuriyetin “çağdaşlaşmaya” yönelik devrimlerini, “dinsizlik” olarak adlandırıp, bu yönde propaganda yapan feodal unsurlar, bölgede yapılan yolları, köprüleri, santralleri tahrip ederek karakollara saldırmışlardır.
İşte, 1937–1938 Dersim isyanı, böyle bir ortamda patlak vermiştir. Suçlusu kimdir? Bu kararı siz okuyucular vereceksiniz… Ancak, size “Okuyucular” diye hitap ettim. Dolayısıyla “OKUMADAN” karar vermeyiniz. Okuyunuz, hemde bol bol… Sağcı kitapları da okuyunuz, solcu kitapları da okuyunuz. Merak ettiğiniz, tarihle alakalı bilmek istediğiniz ne varsa; bütün kaynakları inceleyerek okuyunuz. Ondan sonra neyi savunup neye güveneceğinize siz karar vereceksiniz.

Kaynaklar-

  • http://sinanmeydan.com.tr/
  • [1] 14 Haziran 1934 tarihinde kabul edilen 2510 sayılı kanun.
  • [2] İskan Kanunu hakkında bkz. Fikret Babuş, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Sosyal Politikalar Çerçevesinde Göç ve İskan Siyaseti ve Uygulamaları, İstanbul, 2006.
  • [3] Ömer Lütfi Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, İstanbul, 1980, s.454 vd.Doğu Perinçek, “Cumhuriyet Döneminde Kamulaştırma”, Teori, S.134, Mart 2001, s.32 vd. (Ancak bu konundan beklenen verim alınamamıştır. Uygulaması uzun süreli olamamış, kısa süre sonra ağalar ve şeyhler geri dönmüş ve devletin el koyduğu topraklar da kendilerine verilmiştir.)
  • [4] Perinçek, Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu, s.98 vd.
  • [5] Bkz. Doğu Perinçek, Atatürk’ün CHP Program ve Tüzükleri, İstanbul, 2008, s.182 vd.
  • [6] Perinçek, Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu, s.52, 116–119
  • [7] age, s.113,114.
  • [8] age, s.119.
  • [9] age, s.152.
  • [10] Sait Aşkın, “Atatürk Döneminde Doğu Anadolu, (1923–1938)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S. 50, C.XVII, Temmuz, 2011
  • [11] agm.
  • [12] Örnek olarak Tunceli bölgesindeki yol işleri için her yıl 1.350.000 TL. olmak üzere üç yıllık program bütçeye, o günün koşullarında ayrı bir yük getirmiştir. Bkz. Ayın Tarihi, Haziran 1936, S.30, s.67.
  • [13] Tunceli, 4 Ocak 1936 tarih ve 3197 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Yeniden Dokuz Kaza ve Beş Vilayet Teşkiline ve Bunlarla Otuziki Nahiyeye Ait Kadrolar Hakkında Kanun” ile “il” yapılmıştır.
  • [14] Bu yasanın görüşmeleri sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya: “…Burası 91 aşirete münkasımdır. 1876’dan bugüne kadar muhtelif zamanlarda Dersim üzerine 11 harekatı askeriye yapılmıştır. Halk cahil, biraz da toprağın fakirliği dolayısıyla fakir olur ve eli de silahlı bulunursa tabii böyle bir yerde vukuat eksik olmaz. Fransa’da, İtalya’da, Yunanistan’da da böyle yerler vardır. … Efkarı umumiyemize arzetmek isterim ki, memleketimizde anormal bir vaziyet yoktur” demiştir. Bkz. Ayın Tarihi, Ocak 1936, s.25, s.25 vd.
  • [15] Cengiz Özakıncı, “Dersim’den Tunceli’ye Yurttaş Hakları Devrimi, Dersim Dersi”, Bütün Dünya dergisi, S.2010/01, 1 Ocak 2010 , s. 62.
  • [16] agm, s.62,63.
  • [17] Bkz. Ramazan Topdemir, Atatürk’ün Doğu-Güneydoğu Politikası ve GAP, İstanbul, 2011
  • [18] 1930’lu yıllarda Ergani madeni için üretim miktarı 7.500 blister olarak tasarlanmış ve bunun 1.200 tonu ülkenin ihtiyacına alıkonularak 6.300 ton ham bakırın dışarıya satılması düşünülmüştür. Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti’nin II. Sanayi Planı, Ankara, 1973, s.51.
  • [19] 12.9.1929 Tarih ve 1/8350 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı. C.A. Karton No: 030.18. 1/5.45.17.
  • [20] Nisan 1935’te Van Gölü İşletme İdaresinin bütçesi hakkında Meclis’te yapılan görüşmeler sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya şöyle demiştir “…Cumhuriyet Şeyh Sait vakasından ve onu takip eden hadiselerden sonra icap eden inzibat tedbirlerini tamamıyla aldı. Onu müteakip de oranın ümranını gözetti. Bu muntazam bir program halinde devam edecektir ve etmesi de lazımdır. Van Gölü İşletmesi Vapurları Van Gölü sahillerinin ve havalisinin birebir irtibat vasıtalarıdır. İki köy arasında, iki şehir arasında Devlet şosesini yaparken nasıl onun gelirini değil memleketin inkişafını gözetirse, Van Gölü’nün işletilmesinde kullanılan vapur ve sair vesaiti nakliye müteharrik bir köprü, bir şose telakki edilmelidir. Bu bir amme hizmetidir. Bir irat membaı değildir. Ve uzun yıllar böyle devam edecektir”
  • [21] 720 ton sigara üretim kapasitesine sahip Malatya’daki fabrikada çevre illerin tütünü de işlenmiştir. Ersal Yavi, Cumhuriyet Döneminde Doğu Anadolu, Ankara,1994, s.118–119
  • [22] 1939 yılında kurulan “Malatya Bez ve İplik Fabrikası” kısa sürede büyük bir üretim hızı yakalamış, Teşvik-i Sanayi Kanunu’ndan da yararlanarak 1941’de Malatya’daki 4 işyerinin toplam üretiminin %32.2’sini gerçekleştirmiştir. Yurt Ansiklopedisi, C.5, s.5455
  • [23] 8 Şubat 1938’de Almanlara ihale edilen Sivas çimento fabrikasının yapılış nedeni “şark vilayetlerimizle Orta Anadolu’da daha ucuza çimento satışını temin etmek” olarak kayıtlara geçmiştir..
  • [24]Aşkın, agm.
  • [25] “Okyar Hükümeti Programı”, T.B.M.M. Kütüphanesi.
  • [26] Başbakan Celal Bayar’ın bu ekonomik plan hakkında Anadolu Ajansı’na yaptığı açıklamanın tam metni için bkz.Ayın Tarihi, Eylül 1938, S.58, s. 19–22.
  • [27] Muhittin Birgen, “Celal Bayar’ın Üçüncü Planı”, Son Posta Gazetesi, 22 Eylül 1938.
  • [28] Bkz. Asım Us, “Çifte Plan İle İcraata Giriş”, Kurun Gazetesi, 20 eylül 1938; Ayın Tarihi, Eylül 1938, S.58, s.19–22.
  • [29] Ayın Tarihi, Temmuz 1938, s.55, s.9
  • [30] Ramazan Topdemir, “Atatürk’ün Güneydoğusu”, Hürriyet, 24 Eylül 2009.
  • [31] agm.
  • [32] Rahmi Doğanay, “1930–1945 Dönemi Doğu Anadolu Bölgesinde Uygulanan Sanayi Politikaları”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilgiler Dergisi, C. 10, S.2, Elazığ, 2000, s.229,230
  • [33] Bkz. Ramazan Topdemir, Atatürk’ün Doğu-Güneydoğu Politikası ve GAP, İstanbul, 2011.
  • [34] “GAP’ın Tarihçesi”, TC. Başbakanlık Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı İnternet Sitesi, (http://www.gap.gov.tr/gap/gap-in-tarihcesi).