18 Ocak 2019 Cuma

“Uzaylı Tanrı” Teorisi Üzerine Tevrat İncelemesi



Merhabalar. Çoğunuzun bildiği üzere Blog üzerinde daha fazla yazı yazmayı düşünmüyordum. Daha çok, şu sıralar sesli kayıtlar yaparak Podcast tarzında yayınlar sunmayı amaçlıyorum. Gerekli ekipmanları aldım. Kısa süre içerisinde profilimde bulacağınız bir bağlantı linkinden bu kayıtlara ulaşabileceksiniz. Fakat ben, “yazmayacağım” dememe rağmen, blogu çok uzun süre boş bırakmış olmayayım, en azından yeni kayıtlara başlamadan önce sizleri meşgul edebilecek, belki de çoğunuzun aklına gelmiş olabilecek bir teoriden yola çıkarak bir yazı hazırlayayım dedim.  “Acaba dinlerin uzaylılar tarafından yollanmış olması mümkün müdür?” derken aklıma Tevrat geldi. Nitekim yazıyı okurken de sıklıkla Tevrat'dan bazı ayetler göreceksiniz. Umarım keyif alabilirsiniz.
Dinler, birbirleriyle çelişen hikayelere ve anlaşılması güç olaylara sahiptir. Tabiri caizse içlerinde sırlar barındırırlar. Bir doğa olayı veya herhangi bir Mit, farklı dinlerde farklı şekillerde aktarılabilir. Bazen birbiriyle iletişime geçebilmesi o dönemde imkansız olan kavimlerde çok benzer hikayeler bulursunuz, bu şaşırtıcıdır. Belki yaşanmış olduğu iddia edilen olay gerçekten yaşanmıştır, veya şans eseri 2 farklı kavim, benzer bir hikaye uydurmayı başarabilmiştir. Bunu bilmemiz neredeyse imkansız. Bu sefer ki yazıda da, bu çelişkilerden yararlanarak bir teori ortaya atacağım. Bazı mitolojilerden beslenerek bu teoriyi ortaya atarken de tamamen varsayımlar üstünden ilerleyeceğim. Burada bir kesinlik iddia etmiyor veya savunmuyorum. Sadece fikir yürütüyorum.
Konumuza gelirsek; her şey iki soruyla başlıyor: “Dinler nasıl oluştu, insanlık nasıl meydana geldi?” Şimdi aklınıza biyolojik sebepler, evrimsel süreç, insan psikolojisi ve sosyolojik etkenlere dayalı birçok fikir gelecektir. Hatta işi bilimsel yöntemlere dayanarak veya tamamen Adem-Havva tarzı teorilere dayandırarak kendinizce bir fikir veya inanç oluşturmuş olabilirsiniz. Ben bir süreliğine bu kabul ettiğiniz fikirleri perde arkasında bırakmanızı rica ediyorum. Çünkü size daha enteresan bir iddiadan bahsedeceğim. O da belki birçoğunuzun daha önceden tahmin etmiş olabileceği olan şu iddiadır:
“İnsanların bugünkü formlarını almalarında yardımcı bir dış etken olabilir mi? Uzaylılar veya başka varlıklar bizi bile bile evrimleştirmiş, ve belki de bize dinler göndermiş-kontrol etmiş olabilirler mi?”
Zachariah Sitchin, Erich v. Daniken gibi bazı insanlar tarafından bu fikir benimsenmiş ve bu konuda “Tanrıların Arabaları”, “Yıldızlardan Gelen Tanrılar” ve bunun gibi birçok isimle kitaplar yayımlanmıştır. Bana sorarsanız ben bu teoriyi kabul ediyor muyum veya bu arkadaşlara güveniyor muyum? Hayır. Özellikle Erich v. Daniken, sahtekar adamın biridir. Özel hayatında da kumarbaz ve dolandırıcı olduğu, sahte antika eserler satarak insanları kazıkladığı, hapise girdiği biliniyor. Zachariah derseniz, al birini vur ötekine.
Yine de benim buna inanıp inanmıyor oluşum bir şeyi değiştirmez. Sonuçta inanmasam da size bunlarla alakalı bir yazı yazma gereği gördüğüme göre, durum okunmasını gerektirecek kadar ciddi ve enteresandır. Birçok Ateist, Materyalist veya başka bilmem ne-ist’ler bu gibi teorileri kabul etmeseler de, günümüzde büyük bir kesim bu adamların (Yukarıda ismi geçen) iddialarını gerçek kabul ediyor. Tabii ki bir ideolojinin veya teorinin gerçekliği, ona inananların kalabalığıyla ölçülemez. Fakat bu tip teoriler her zaman ilgi çekicidir. Reptilian’lar, Agarta Uygarlığı, Kayıp Kıta Mu ve Atlantis gibi efsaneler her daim insanları cezbetmiştir. Dolayısıyla insanlar her zaman aklının bir köşesinde “Acaba…” diye bu ihtimali düşünmüşlerdir. Peki madem birileri bu teorileri ortaya atmışlar, ben yeni ne yazacağım ki üşenmeyip böyle bir yazı hazırlıyorum? Onu da okurken anlayacaksınız. Günümüzün bilgisiyle ve kendi çapımda yaptığım geniş araştırmamla ben bu teoriyi daha zengin ve daha rasyonel bir şekilde derleyip sunacağım. Ahanda bu yazıdaki olay budur. Seçim mitinginde vaad verirmiş gibi konuşturmayın adamı, okuyun işte.
Aslına bakarsanız kayıp kıtalar kısmıyla alakalı bir yazı hazırlamıştım zaten. Zenginlik olması açısından onu da şuraya ekleyeyim.
Bkz: Kayıp Kıta Mu ve Güneş İmparatorluğu

Teorinin Temelleri

Fazla kafa karıştırmadan konuya dönelim. Konuya başladığımız iki ana sorunun alt soruları da var elbette. İşi Sokrates gibi soru üzerine soru sorarak yapmayacağım ama gene de çeşitli alt-sorulara da yer vermek mecburiyetindeyim ki bu yazı da, internette yer alan bazı diğer yazılar gibi basit olmasın. Bütün yazılarımı uzun süre uğraşarak ve çeşitli kitaplar okuyup not alarak, özgün bir şekilde hazırlamaya özen gösteriyorum.
İlk alt sorumuz şu: Koskoca evrende yalnız olma ihtimalimiz nedir?
Bunlarca gezegen ve yıldızsistemi içerisinde, bilinçli bir yaşam sürdüren tek varlıkların biz olma ihtimali bence çok küçük bir ihtimaldir. Kaldı ki, biz ne kadar “bilinç” sahibiyiz, o da tartışılır. Burada ille de zayıf bacaklı, sıska, beyaz renkli ve kocakafalı UFO’lar gelmesin gözünüzün önüne. Bahsettiğim şey, insan olmayan ama insan gibi düşünebilecek şekilde evrimleşmiş herhangi bir varlığın olup olmaması ihtimalidir -ki, az çok Astronomi’ye meraklı pek çok kişi bizim evrende tek olmamızın çok çok düşük bir ihtimal olduğunu kabul ediyordur. Fakat yine de bu fikri, celse deneyleri veya hipnoz yöntemiyle uzaylı varlıklarla iletişim kurduğunu iddia ederek Spiritüalist bir inanç ortaya koyan kişiler kadar ciddiye almamalıyız. Örneğin bkz: Ra Bilgileri, Sadıklar Planı gibi kitaplar.
Şu bir gerçektir ki; DNA yapımızın %97–98 benzeştiği şempanzeler ile aramızda zeka açısından çok büyük bir fark var. Bu %5 bile etmeyen küçük fark, bizim araba ve bilgisayar üretmemize ve şu yazıları yazabiliyor olmamıza sebebiyet veriyor. Elbette hayvanların da kendilerine göre bir bilince ve zekaya sahip olduğunu inkar edecek değilim, fakat aramızdaki farkı anlamayacak kadar da cahil olduğunuzu düşünmüyorum. Bu küçük farktan yola çıkalım. İnsanların, son 200 yılda gösterdiği teknolojik gelişim özellikle çok dikkat çekici. Nikola Tesla ve Einstein gibi adamlar sayesinde resmen çağ atlamış bulunmaktayız, bu inkar edilemez bir gerçek. Peki ya bizden, aynı bizim şempanzelere kıyasla ileride olduğumuz gibi zeka seviyesi daha üstün, daha erken evrimleşmiş varlıklar varsa? Mantıken bizden %5 daha gelişmiş bir DNA dizilimine sahip olsalar, Einstein ve Tesla gibi süperzeki insanlar bile onların gözünde “gerizekalı” diye tanımlanabilir.
Biyolojik etkenlere giriş yaptığımız için, size bunlarla alakalı hazırlamış olduğum bazı yazıları sunacağım. Dilerseniz okursunuz.
Benjamin Libet — Özgür İrade Deneyi (W. Penfield’in Motor Korteks Deneyi de yazıda yer almaktadır.)
İçgüdü ve Huyların Diğer Nesillere DNA Yoluyla Geçmesi (Karakteristik özelliklerimizi belirleyen etkenlerin %50'si)
Yapay İnsan Beyni Yaratma Projesi (Blue Brain Project, Yapay Zeka)
Yukarıda sunduğum yazılar hep yapılan deneyler ve testlerle alakalı verileri içeriyordu. Size şimdir bir de yeni bir şey üretmek yerine, elimizde olanı anlamakla alakalı hazırlanmış olan iki adet çalışmayı sunacağım. Bu yazıları hazırlamamın sebebi tamamen insan beyni ve hayvanlardan farklı olarak bizi biz yapan şeylerin ne olduğunu size izah edebilmektir.
Şimdi, bu kadar teknik bilgi yeter. Profilimi gezen bir insan zaten 50'ye yakın yazı bulacaktır. Şimdilik bu yazılar size fiziksel, biyolojik ve sosyolojik açıdan “İnsan Nedir?” sorusunun cevabını verecektir. İnsanlık, kesinlikle bilimin sınırlarını zorlamaya devam ediyor. Ya da, bilimi yeni yeni keşfediyor… ve bu gerçekten heyecan verici bir durum. Bir düşünün, 200 yıl önce insanlar gaz lambalarıyla geziyorlar, mum yakıyorlardı. Bir yerden bir yere gitmek için aylarca yürüyorlar, çok basit hastalıklar yüzünden ölebiliyorlardı. Şimdi ise her yerde elektrik, hatta bu elektrikle çalışan bilgisayar ve televizyonlar, her yerde Araba ve Uçaklar var. Bırakın köyden köye gitmeyi, ülkeden ülkeye saatler içerisinde gidebiliyorsunuz. Kopan kolunuzu geri dikebiliyor, organlarınızı değiştirebiliyorlar. Bunların hepsi çok kısa bir süre içerisinde oldu. Eğer birdizi savaş veya hata sonucu sonumuzu getirmez veya ortaçağa geri dönüş yapmazsak, bundan 500 sene sonra teknolojik açıdan ne seviyede olacağımızı hayal etmesi bile zor. Fakat eğer sağlam bir dünya savaşı daha geçirirsek, işin içine nükleer kuvvet ve güçlü bombalar dahil edilirse yok oluşun eşiğine geleceğimiz kaçınılmaz bir gerçek. Einstein de bunu düşünmüş olacak ki; “3. Dünya savaşını bilemem ama, 4. Dünya savaşı taş ve sopalar ile olacak” demiştir.
Peki, şimdi aynı kafayla, bizden birkaç bin sene ileride olan kavimler düşünelim, nasıl ki biz akıllı robotlar, yapay zekalar yaratmak için çaba sarf ediyorsak, onlar da bu konuda çaba sarf ediyor olsun. Fakat bunu günümüzde değil, binlerce sene öncesinde, bizler henüz Şempanzeler gibi yaşarken veya yeni yeni İnsanlaşırken yapmış olsunlar; Ne olurdu sizce? Benim tahminim: Bizim biyolojik evrimimize karışırlardı, belki bizi daha hızlı geliştirmeye çalışırlardı, bu konuda çeşitli deneyler ve denemeler sonucu belki farklı farklı insan türleri oluşur, farklı renklere veya iskelet sistemine sahip mutasyonlar görülürdü. Başlangıçta bahsettiğim gibi, teori ve varsayımlar üzerine gideceğiz. Bir senaryo uyduracağız. Dolayısıyla bunu ciddiye almanıza gerek yok, ama görmezden de gelmeyin. Her şey mümkündür. Birazdan işin dini dayanaklarına gireceğiz, birçoğunuzun inandığı dinlerdeki dayanaklara hem de…
Neler olurdu sizce? kendimizden yola çıkalım. Bizi evcil hayvanlar gibi yetiştirecekler, belli bir zeka seviyesine ulaşana kadar sürekli dürtükleyeceklerdir. Bizler durumun farkında olmadığımız için, onları efendilerimiz-tanrılarımız olarak tanıyacaktık. Fiziksel bir şekli olan, insan gibi düşünen, fakat daha üstün kudrete sahip tanrılar. Onları ileride Yunan-Mısır Tanrıları gibi anacak, sembolize edecek, hatırlayacak ve tapacaktık. Onlara tapınaklar inşa edecek, uzun süre göremedikten sonra dikkatlerini çekmek için kurban verecektik. Kurban verme ritüelinin kökenleri ve tarihçesiyle alakalı da bir yazı hazırlamıştım. Okumak isteyenler için bkz:
Bu Tanrılar, bizi geliştirmek için bize öğretmenlik yapacaklardı, bizimle iletişime geçeceklerdi, belki kitaplar veya bizimle ilgilenecek görevliler-elçiler göndereceklerdi. Bu üstün insanların bizim aramızdan seçtikleri, denedikleri, bazı şeyleri gösterdikleri kişiler de Kral veya Peygamber yapılacaktı belki de? Piramitlere, eski tapınaklara, hatta mitolojilerimize kadar işleyecek olan “Uzaylı Tanrı” motifi kazınacaktı tarihimize. İşte biz de bu varsayımlar üzerinden, tarihsel olayları ve dinlerin anlattıkları bazı hikayeleri ele alıp değerlendireceğiz. Ana konuyu idrak etmişsinizdir artık. Prensibimiz, daha üstün varlıklar tarafından belli bir seviyeye gelene kadar kontrol edilişimiz, ve onları tanrılaştırmamız yönünde bir teori üzerinden ilerlemek olacak. Şimdi bu teorimizi destekleyebilecek kanıtlar arayalım.
Bunu yaparken rivayet sallar gibi, fıkra anlatır gibi bir tutum sergilemeyeceğim elbette. Bilimsel bir yöntem izleyeceğim, tek eksiğim ise incelemeniz için sizlere bu yazıyla beraber bir de laboratuvar hediye edemeyecek olmamdır. Bilim, ortaya bir fikir atar, bazı bilim adamlarınca bu fikri yanlışlamak veya doğrulamak üzere teoriler üretilir, çözümler aranır, üretilen çözümler test edilir, incelenir, veriler elde edilir ve bu veriler üzerinden teoriye eklemeler veya çıkarmalar yapılır. Sonunda bir sonuca varılır ve eğer o teori tam anlamıyla çözümlenebilirse, yasa halini alır. Dolayısı ile biz de burada kendi kendimize bilim yapmaya çalışalım. Fakat amacımız bunu Yasa yapmak, gerçek kabul ettirmek gibi kesin gerçeklik hedeflemek olmasın. Sadece kafa patlatmak olsun.

TEVRAT

“Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu. İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler.
 (Tevrat-Yaradılış: 6:1,2).
Bu ilahi varlıklar, birçok dinde yer almakla beraber benim ilgileneceğim konu bu tanımlamanın Tevrat’da yapılıyor olmasıdır. Malum, Sâmi gelenekten gelen bir dine ve topluma sahibiz. Dolayısıyla İslam ve Temelleri üzerinden gitmek okuyuculara ulaşabilmek açısından benim daha fazla işime geliyor. O yüzden şimdilik Yeni Zellanda veya Polinezya Adaları’ndaki bilmem ne kabilesinin inancına girmeyeceğim.
Bu ilahi varlıklar nasıl varlıklardır? İnsan değiller, orası tamam. Melek oldukları düşünülüyor ancak onlar yorulan, çiftleşen varlıklar. Öyle ki hoşlarına giden İnsan kızlarıyla ilişkiye girebiliyorlar. (Zeus’un bir insanla ilişkiye girmesi, veya İsa-Herkül tarzı kişilerin meydana geliş hikayesindeki gibi) Dolayısıyla, bir meleğin, bir insan ile aynı DNA’ya sahip olması ve çiftleşebilmesi de enteresan bir durum. Diğer bir kafa karıştırıcı konu ise, Meleklerden her zaman ‘Melekler’ diye bahsedilirken, neden konu buraya gelince ‘İlahi Varlıklar’ deniliyor?
“İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller (devler) vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi.” (Tevrat-Yaratılış 6:4)
Nephiller, yani insan ve melekten olma melez varlıklar. İleride Dev’ler veya Ünlü Çağ Kahramanları, Tanrılar olarak hatırlanmışlar. Aynı yazının başında bahsettiğim gibi. Yani Tevrat’ın iddiasına göre (Ki, İncil’in Yuhanna-Vahiy bölümünde buna dikkat çekilir, oraya da geleceğiz) bunlar Mısır ve Yunan tanrıları olarak hatırlanmışlardır. Yunan ve Mısır mitolojisini hatırlayınız. Birbiriyle kavga eden iri cüsseli tanrılar, yerler, içerler, sevişirler, yeni tanrılar doğururlar, biri bir diğerini öldürür vs. İşte bu Pagan Tanrıları, Tevrat’a göre Nephilim denilen, dilden dile anlamı farklı olmakla beraber Dev ve Gözcü anlamına gelen isme sahip varlıklar. Aklınıza mitolojilerde insanları gözleyen Tanrı profilleri gelmedi mi? Gelmediyse sabırla okumaya devam edin, birazdan gelecek.

Tufan Efsanesi’ne Giriş

Tevrat’ın iddiasına göre boyları metreleri aşan bu varlıklar çok aç ve sürekli yiyen yaratıklar. Öyle ki bunun sonunda kıtlık ve savaşlar meydana geliyor, ve bu yüzden Tanrı pişman olup yeryüzünde yarattığı ne varsa bir Tufan ile yok etmeyi düşünüyor.
“RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte. İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı. ‘Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım’ dedi, ‘Çünkü onları yarattığıma pişman oldum.” — Yaratılış 6:5,6,7
Gördüğünüz üzere yüreği sızlayan, üzülen bir Tanrı var. Bu size yaptığı deney istenmeyen bir sonuç verince sinirlenen, masasını dağıtan, elindeki deney tüplerini etrafa fırlatan tripli bir Profesör’ü anımsatmıyor mu? Her neyse, çoğunuzun bildiği üzere sonradan Tanrı bu tufandan bazı kişileri kurtarmayı tercih ediyor. Bunun sonucunda Nuh Peygamber ile tanışıyoruz. Kavimlere göre ismi değişmekle beraber, birçok kültürde yer edinmiş bir hikayeye geldik: Tufan! bununla alakalı daha geniş ve ayrıntılı bilgi için hazırlamış olduğum bir diğer yazıya göz atabilirsiniz. Bkz:
Sadece Tufan değil, Devler de, hemen bütün eski kitaplarda, doğu ve batı mitolojisinde, Tiahuanaco efsanelerinde, Eskimo destanlarında sayfalarca yer kaplayan varlıklardır. Peki acaba ‘devler’ nasıl yaratıklardı? Teknik yetenekleri olan iri uzaylılar mı? Telepati veya Telekinezi gibi, mucize sergileyebilecek yetenekte varlıklar mı? Orasıyla alakalı kesin bir bilgi verilmiyor. Diğer kaynaklardan da elde edebildiğimiz tek ve kesin olan bir tek şey var: Onlara “Tanrılar” denilmiş.
Tabii ki şuan elimizdeki Tevrat yarım yamalak bir kitaptır. M.S. 325. Yılda Arnavut Kökenli İmparator 1. Konstantin’in emriyle 1. İznik Konsili’nde dönemin Yahudi alimleri ve İsevi olarak bildiğimiz toplulukların liderleri toplanıyorlar ve Tevrat, İncil ve Zebur’u tek bir kitap halinde birleştirmeye karar veriyorlar. Bu esnada, Gnostik ve Apokrif olarak etiketlenmiş bazı tarikatlerin öğretileri ve Kutsal Kitap nüshaları red ediliyor, hatta yakılıp-yok edilerek halktan gizleniliyor. O dönemde aygın ve ezoterik öğretilere sahip olan bilebildiğimiz 3 yaygın Tarikat var. Essenîler, Ferisîler ve Sâdukîler. Hepsi özlerinde Yahudi olmak ve İsa’yı tanımakla beraber, bugünün Hristiyanlığına göre farklı bir inanca sahipler. Bunları Protestanlar ile Katoliklerin arasındaki fark kadar büyük farklara sahip mezhepler olarak görebilirsiniz. Uzun lafın kısası, 4.yy’da yapılan bu 1. İznik Toplantısında, 50'yi aşkın kitaptan (Matta, Markos, Luka gibi ayrı ayrı birer Kutsal Kitap Bölümünü oluşturan kitaplar bunlar) yaklaşık 30 adedi red ediliyor ve “tehlikeli, halkın kafasını karıştıracak türde olaylar içerdiği” gerekçesiyle imha ediliyor.
Bakınız bu Kutsal Kase veya Ahit Sandığı gibi, Da Vinci’nin Şifresi gibi bir şey değildir. Ciddi ciddi Kutsal Kitap’a yapılmış bir müdahaledir. Üçleme’yi (Yüzüklerin Efendisi’nden değil, Tevrat, Zebur ve İncil’den bahsediyorum) oluşturan 50'yi aşkın kitabın neredeyse yarısı gözardı ediliyor ve kasıtlı olarak halktan saklanmaya çalışılıyor. Böylece Roma’nın işine gelen, oradaki protokolün kabul ettiği, ayarladığı, düzenlediği, kesip biçtiği bir Kitab-ı Mukaddes hazırlanmış oluyor ve o günden bugüne kadar Hristiyanlar bu kitaba iman ediyorlar. Resmen Politik amaçlarla düzenlenmiş olan bu kitabın yarısı, İsa’dan çok sonra doğmuş ve onu Tanrı ilan edip, kendisini de onun Elçisi olarak tanımlayan Pavlos, bilinmeyen adıyla Saul diye birisinin mektupları ve fikirlerini içermektedir. Şuan herhangi bir kiliseden bedava olarak aldığınız İncil, işte bundan ibarettir. İtalya’da Latince okunarak Katoliklerin her Pazar günü verdikleri vaazlar da Pavlos’un öğretileridir.
Neyse, biz, teorimizi ilgilendiren kısıma dönelim. Bu imha edilmeye çalışılan, birçok mezhep tarafından kabul görmüş kitaplardan bazıları şans eseri günümüze kadar ulaşabildi. 20. yy’da ortaya çıkarılan, günümüzde Ölüdeniz Yazmaları veya Kumran Kitabeleri olarak bilinen, “Peygamber Enoch’un Kitabı” ismiyle de baskısı yapılan Apokrif-Gnostik bir Tevrat Metni var. Ben bu kitabı okuyarak önemli gördüğüm ayetlerini ve bağlantılı olduğu bazı efsaneleri derleyerek ayrı bir yazı hazırlamıştım. Birazdan onu da sunacağım. Önemli olan husus burada şudur: Bu kitap, tamamen Nuh Tufanı ve Nephillerden bahsetmektedir. Meleklerin yapısı, kıyamet günü ve Ahiret’le alakalı çok enteresan bilgiler içermektedir ve İslam Hadisleri olarak bilinen Kütüb-i Sitte ve Yahudi Hadislerinden oluşan Talmud, resmen bu kitabın devamıdır. Yani bu kitap her ne kadar gizlenmeye çalışılmışsa da, barındırdığı hikayeler Hristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlık’ın içerisine büyük ölçüde girmiştir. Yazmaların tarihi M.Ö 300 ve M.S 1. YY’a kadar dayanmaktadır. Burada adı geçen Enoch, Kuran’da Hz. İdris diye anılır ve birçok dinde kendisi Bilgelik Tanrısı (Hermes) olarak bilinir. Elinde kalem ve defter ile resmedilir ve ilk kalem tutan kişi olduğu iddia edilir. İnsanlara öğretmenlik yaptığı anlatılır. Ayrıntılı bilgi için bkz:
Peygamber Enok’un Kitabı Dilerseniz ek olarak “Antik Çağdan Günümüze Kadar Esseniler ve Sırları” adlı kitabı da okuyabilirsiniz.
Aslında Tanrı Oğulları fikri bu kitaba göre incelenirse teorimiz sonuçlanıyor zaten ama, şimdilik sadece günümüzde kabul görmüş ve üstünde oynanmış olan Kitab-ı Mukaddes (Tevrat) üzerinden yürüyelim. Tevratın ilk 20 sayfasını bile okusanız; yorulan, kızan, bilmeyen, merak eden, pişman olan bir Tanrı modeli ile karşılaşacaksınız. Enok’ta ise, Nuh Tufanı, Enok’un Nuh’un dedesi Metuşelah ile konuşması, göğe yükselmesi, ve meleklerle alakalı ayrıntılara yer verilmiştir. Tanrı, o kitapta çok fazla betimlenmemiştir. Fakat Tevrat, özellikle Tanrı’nın kartviziti gibi bir şeydir. Hatta, yeryüzünde neler olduğunu görmek için ‘inen’, ‘dolaşan’ bir Tanrı…
“RAB insanların yaptığı kent ve kuleyi (Babil) görmek için aşağıya indi.
 (Tevrat-Yaratılış 11:5)

Sodom ve Gomorra

Yaradılış Bölümünde ayrıca Sodom ve Gomora felâketini de anlatan bir bölüm var. İslam aleminde bu “Lut Kavmi Felaketi” olarak bilinir.
İbrahim günün sıcak saatlerinde Mamre meşeliğindeki çadırının önünde otururken, RAB kendisine göründü. İbrahim karşısında üç adamın durduğunu gördü. Onları görür görmez karşılamaya koştu. Yere kapanarak, “Ey efendim, eğer gözünde lütuf bulduysam, lütfen kulunun yanından ayrılma” dedi, “Biraz su getirteyim, ayaklarınızı yıkayın. Şu ağacın altında dinlenin. Madem kulunuza konuk geldiniz, bırakın size yiyecek bir şeyler getireyim. Biraz dinlendikten sonra yolunuza devam edersiniz.” Adamlar, “Peki, dediğin gibi olsun” dediler. (Tevrat-Yaratılış: 18: 1–5)
Rab, 3 adam olarak görünmüş, bu adamlar dinlenecek, ayaklarını yıkayacak ve yemek yiyecekler. Şimdi burada “Rab” diyor, ama aynı zamanda Rab sanki Tanrı değilmiş de, Tanrı’nın yarattığı melekler de Rab imiş gibi bahsediliyor. Bu adamlar Rab mi, yoksa melek mi, yoksa neüdüğü belirsiz farklı yaratıklar mı? İnsanları kontrole gelen, ancak insanlardan bariz farklılıkları olan ve görüldüklerinde hemen kim oldukları anlaşılan ‘Yaratıcılar’ mı? Aynı zamanda “Rab, Rabbi, Rabbiri”, Efendi demektir. Masonlukta da Üstad’lara bu sıfatlarla seslenilir. Bunu da ayrıca bir bilgi olarak eklemiş olalım ve Tevrat’a dönelim:
“Sonra İbrahim’e, “Sodom ve Gomora büyük suçlama altında” dedi, “Günahları çok ağır. Onun için gidip bakacağım. Duyduğum suçlamalar doğru mu, değil mi göreceğim. Bunları yapıp yapmadıklarını anlayacağım.”
 (Tevrat-Yaratılış: 18:20–21)
Tanrı, teftişe gidiyor… aman dikkatli olmak lazım. Sanırsın Mustafa Kemal Paşa Samsun’a geliyor. Gördüğünüz gibi, Tanrı; merak eden, kontrol eden, inen çıkan bir varlık olarak gösteriliyor. Akşamına, Lût baba şehir kapısı yakınlarında otururken Sodom’a iki melek (az önce Rab diye tanıtılan adamlar) geliyor. Anlaşılan Lût bu melekleri önceden tanımakta ve geleceklerini beklemektedir; çünkü görür görmez geceyi evinde geçirmelerini teklif eder. Melekler, Lut’un çok ısrar etmesine karşın ayıp olmasın diye (Melek hoşgörüsü) evine gitmeyi kabul ederler. Yaratılış Bölümü’nün 18. Kısmı bunu ayrıntılı anlatmaktadır.
Bir insan düşünün, melekleri görüyor ve askerlik arkadaşıymış gibi “aman bırakmam, hele karpuz kesek” edasıyla baskı yapıyor. Bildiğimiz kadarıyla son Peygamber Muhammed, Cebrail’i gördüğü zaman felç geçirecekti resmen. Hatta “ben ne gördüm la” diye tir tir titreyerek, delirdiğini sanarak buhran içerisinde yaşadığı tecrübeyi eşi Hatice’ye anlatmıştır. Valla Lut’a helal olsun adamda gram ürperme yok.
Tanrı, 3 kişi göründüğü İbrahim’e veda eder ve kendisi Üç Silahşörler ekibini terk ederek, ekip arkadaşlarını şehiri yağmalamaya gönderir. Çünkü bölgeye gidenlerin sayısı başta belirtildiği gibi 3 değildir, 2'ye düşmüştür. Tevrat’da, şehir halkının ‘bu yabancıları tanımak’ istedikleri yazar. Bu tanımaktan kasıt, Facebook’ta size “slm tnşlm mı” yazan gözlüklü Apaçiler şeklinde bir tanışmadır. Yatağa atmak isterler kısacası. Ancak yabancılar, bu azgın halkın çükünü bir el hamlesiyle koparacak kudrete sahiptirler. Ayrıca kötülük yapmak isteyenlerin gözlerini kör edebilmektedirler. Lut’un karısı da bu acı tecrübeyi iki ayet sonra yaşayacaktır zaten. Dolayısıyla onlarla sevişmek, hatta tecavüz etmek isteyen bu halkı Tanrı’nın emrettiği gibi “ayıp ayıp, hiç utanma arlanma kalmamış” diyerek yok ederler ve işlerine bakarlar. Bu yokediş ise beyaz bir ışıkla olmaktadır ve o ışığa ne kadar uzakta olursa olsun bakan kişi kör olacaktır.
Melekler Lut’a aynı Erdoğan’ın “Ananı da al git” demesi gibi, Lut’a “Aileni al da git, yoksa siz de öleceksiniz” der ve Lut, kızlarını, karısını da alıp gitmeye başlar. Fakat yavaş yavaş ilerler, görmek ister ortamı. Zira şehirde ölecek olan arkadaşları vardır. Melekler ise baskıyla, aceleyle onu götürmeye çalışırlar. Lût işi ağırdan alınca, eline yapışıp onu sürüklemeye başlarlar. Lut’dan dağların arkasına saklanması ve geriye bakmaması istenir.
Gördüğünüz üzere Melekler, sanki istedikleri zaman şehri yok edemeyeceklermiş, sanki Zaman ayarlı bir bomba varmış gibi Panikle Lut’u ortamdan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Ayriyeten kendi canlarını da kurtarmak peşindelermiş gibi panikliyorlar. Fiziksel bir maddenin meleklere zarar verebileceğini düşünmek, Osmanlı Rasathanesi’nde Teleskopla Meleklerin bacaklarını dikizlediklerini düşünerek Rasathane’yi kapattıran Şeyh-ül İslam gibi düşünmektir. Bu da şu soruyu sordurtuyor bizlere: Sodom’a gerçekte ne oldu? Ula bu Sodom size ne etti?
Belki de Melekler, davranışları hoşlarına gitmeyen bir insan soyunu, Homo Erectus gibi Sapiens’ten farklı özelliklere sahip Başarısız bir türü ortadan kaldırmak için bu işe girişmişlerdi. Asla bilemeyeceğiz. Kaldı ki dünya üzerine böylece yok olmuş bir şehir varsa herhalde Jeolojik olarak bu fark edilirdi. Genelde buna örnek olarak Volkan patlamasıyla yok olan Pompei’yi örnek verirler ama, bu da ne kadar hikayeyle tutarlıdır orasını düşünmek size kalmış.

Bir Başka Tevrat Bölümü: Hezekiel ve Uzay Araçları

Elbette Tanrı zırt pırt Tufan veya Helak gibi işlemlerle uğraşmadı. Arada bir “Afferim len çocuklar” edasıyla sevindiği, yarattığını taktir ettiği bölümler de var. Tevrat’da Tanrı’nın ve meleklerin gökten korkunç gürültülerle ve dumanlar saçarak indiği birçok bölüm vardır. Bunların en ilginçlerinden biri de Hezekiel bölümüdür. Esasen Yuhanna’nın Vahiy bölümü ve Enok’un anlatımları gibi bir bölümdür bu.
“Kuzeyden esen kasırganın göz alıcı bir ışıkla çevrelenmiş, ateş saçan büyük bir bulutla geldiğini gördüm. Ateşin ortası ışıldayan madeni andırıyordu. En ortasında insana benzer dört canlı yaratık duruyordu; her birinin dört yüzü, dört kanadı vardı. Bacakları dimdikti, ayakları buzağı ayağına benziyor ve cilalı tunç gibi parlıyordu. Dört yanlarında, kanatların altında insan elleri vardı. Dördünün de yüzleri, kanatları vardı. Kanatları birbirine değerek dosdoğru ilerliyor, ilerlerken sağa sola dönmüyordu.”
 (Tevrat-Hezekiel: 1: 4–9)
Bu anlatım size Chimera, yani MixYunan Mitolojisi Yaratıkları gibi görünmüyor mu? Hatta Hayvan kafalı İnsan vücutlu Mısır Tanrıları gibi. Bu okuduğunuz ve okuyacağınız bölümler, Üstün veya Melez bir Irk’ı Tanrı kabul edip, onlardan bilgiler alarak yapılar inşa eden eski insanlar teorimizi güçlendirir nitelikte.
“Bu dört yüzlü yaratıklara bakarken, her birinin yanında, yere değen bir tekerlek gördüm. Tekerleklerin görünüşü ve yapısı şöyleydi: Sarı yakut gibi parlıyorlardı ve dördü de birbirine benziyordu. Görünüşleri ve yapılışları iç içe girmiş bir tekerlek gibiydi. Hareket edince yaratıkların baktıkları dört yönden birine doğru sağa sola sapmadan ilerliyordu. Tekerleklerin kenarı yüksek ve korkunçtu; hepsi çepeçevre gözlerle doluydu.”
 (Tevrat-Hezekiel: 1: 15–18)
Devamında; “Yaratıklar hareket ettiğinde onlar da hareket ediyor, yaratıklar durduğunda onlar da duruyor, yaratıklar yerden yükseldiğinde onlar da yükseliyordu.”
ve
Yaratıklar hareket edince, kanatlarının çıkardığı sesi duydum. Gürül gürül akan suların çağıltısını, Her Şeye Gücü Yeten’in sesini, bir ordunun gürültüsünü andırıyordu. Durunca kanatlarını indiriyorlardı.”
İfadeleri yer alıyor. Açık açık motorlu, tekerlekli bir araçtan bahsediliyor. Görüldüğü gibi Hezekiel, aracın yere nasıl indiğini ayrıntılarıyla anlatıyor. Fakat bizim İslam’dan bildiğimiz üzere Melekler görünür ve yok olurlar, öyle gürültü patırtı, at arabası vay efendim Metrobüs falan kullanmazlar. Devam edelim:
“Baktım, her Keruv’un (Melek) yanında birer tane olmak üzere dört tekerlek gördüm. Tekerlekler sarı yakut gibi parıldıyordu. Dördü de birbirine benziyor, iç içe girmiş bir tekerleği andırıyordu. Hareket edince Keruvlar’ın baktıkları dört yönden birine doğru, sağa sola dönmeden ilerliyordu. Ön tekerlek nereye yönelirse, öbür tekerlekler de onun ardınca gidiyordu. Keruvlar’ın bedenleri –sırtları, elleri, kanatları– ve dördünün de tekerlekleri çepeçevre gözlerle doluydu. Tekerleklere “Dönen tekerlekler” dendiğini duydum.”
 (Tevrat : Hezekiel : 10:9–13)
Anlatım sizce de fazla ayrıntılı değil mi? Yani şu tasvir üzerine uzay aracı inşa edilir resmen. Çok göz olması da, camlar, pencereler olarak anlaşılmalıdır. Neticede, kaç bin sene öncesinin Hezekiel’i, ne bilsin bu tip gök cisimlerini. Cahilliğine verelim.
Hezekiel aracın tarifini yapmanın yanında, nasıl havalandığını da anlatıyor. Tekerlek ve kanatların ‘büyük bir gürleme sesi’ çıkardığını söylemesi’nin yanında, Tanrılar’ın Hezekiel iIe konuştuktan ve ülkenin yasalarını düzeltmesini emrettikten sonra onu yanlarına alarak götürmelerini ve aracın içerisini inceleyişini de aktarıyor.
Melekler, Hezekiel’i Hava Aracı’na bindirirken ona korkmamasını, yurdunu henüz yüz üstü bırakmadıklarını, yani herhangi bir felaket yollamayacaklarını söylüyorlar. Bu olay Hezekiel’i öylesine etkilemiş olmalı ki, aracı değişik bölümlerde bıkmadan usanmadan anlatmaya devam etmiş. Yani şuan hiçbir medeniyet görmemiş, Afrika’nın bilmem ne mağarasında yaşayan bir Zenci’yi Londra’ya götürdüğünüzü düşünün. Hayatı boyunca bardak bile görmemiş, don giymemiş, hiçbir şeye şahit olmamış bir insana bu teknoloji inanılmaz gelecektir, belki de onu delirtecektir.
Hezekiel görevini benimsiyor ve ‘tanrıların’ emirlerini yaymaya koyuluyor. Tanrı öyle bir varlık ki, resmen Maho Ağa gibi her gelişinde biryerleri tehdit edip, “Ula hepinize ben bakîm, karnınızı ben doyurîm, asabımı bozmayın vallaha sataram köyü haaaaaa” gibi bir tavır takınıyor. Öyle ki ne zaman gelse, “acaba nereyi lanetleyecek” diye korkup esas duruşa geçiyorsunuz. Dolayısıyla Hezekiel de işi çok ciddiye almış.
Şimdi… Bir kez daha değişik sorularla karşı karşıyayız. Hezekiel iIe kimler konuştu? Bunlar nasıl yaratıklardı? Kelimenin geleneksel anlamıyla ‘tanrı’ olmaları imkânsızdı; çünkü bir yerden ötekine gitmek için araç kullanıyorlardı. Böylesine bir hareket ise, her şeye kadir olan Tanrı ile kesinlikle bağdaşmıyordu. Hoş, zaten Tevrat’daki tanrı ne kadar her şeye kâdir idi, orası da tartışılır. Şimdi başka bir ayrıntıya geçiş yapalım. Tevrat’da bunun gibi farklı teknolojik örneklerden birisi de Ahit Sandığı’dır. Şimdi bir de onu inceleyelim bakalım:

Ahit Sandığı — Pandora’nın Kutusu

‘Tanrı’ Musa’ya kendisiyle, sandığın üzerindeki kefaret örtüsü aracılığıyla konuşabileceğini söyler. Hiç kimse sandığın yanına yaklaşmamalıdır ve sandığın taşınması sırasında giyilmesi gereken şeyler ve özellikle ayakkabılar ayrıntılarıyla anlatılır. Musa ve Mısır’dan Çıkış ile alakalı bölümlerde bunu ve bu Sandık içerisinde muhafaza edilmesi emredilen emirleri okuyabilirsiniz. Zaten Kuran’da da yukarıda geçen Lut, Tufan, Sandık gibi birtakım hadiselerle alakalı ayetler mevcuttur. Google’a bu anahtar kelimeleri yazarak kolaylıkla ayetlere ulaşabilirsiniz.
Hikayeye dönelim: Bir aksilik olur ve Davud, sandığı Uzza ile birlikte bir öküz arabasına bindirdikten sonra yolda giderlerken öküzlerden biri tökezler ve sandık düşecek gibi olur. Bunun üzerine Uzza atılarak sandığı tutar ve yıldırım çarpmış gibi birdenbire ölür. Sandık kuşkusuz elektrik veya öldürücü etki yapabilecek bir kuvvetle yüklüydü. Ayrıca Sandık’taki bir sistem sayesinde Tanrı ile iletişim kurulabilmesi hadisesi ile akıllara Telsiz türü bir düzeneği getirecektir. Neyse, Bu olayları Mısır’dan Çıkış ve 2. Samuel bölümlerinde daha ayrıntılı okuyabilirsiniz.
Bu kısımları uzatmak istemiyorum çünkü birkaç ay önce malum programda “Nuh, telefonla oğluna haber verdi!!! O dönemde internet de vardı!!” diyen zeka küpü akademisyenlerle aynı şekilde anılmak istemem. Bakın tekrar söylüyorum, ben bunlara körü körüne inanan ve sizi inandırmaya çalışan birisi değilim. Bunlara, Sümer Tabletlerine, Mu Kıtası Kayıtlarına inanan tonla insan var. Dolayısıyla bu teoriyle alakalı Kutsal Kitaplara dayalı bir inceleme sunayım dedim, o kadar.
Neyse. Çok fazla Tevrat’dan konuştuk. Benim zaten Tevrat’ın birbiriyle çelişen ayetleri ve Yahudi Teolojisini ele aldığım ayrı bir yazı bulunmakta. Meraklıları için buraya ekleyip, başka bir bölüme geçeyim. Bkz:

Tufan Esnası ve Sonrası

Bütün eski tarih, destan ve hikâyelerin bir noktada toplandıktan sonra değişik ülkelere, değişik biçimlerde yayıldığını düşünebiliriz. Mu ve Atlantis gibi yokolmuş kıta efsaneleri zaten bunu söylemektedir. İlgili yazıları yukarıda belirttim. Bu tip yok olmuş kıtalar, Nuh Tufanı ile bağdaştırılır. Bizim bilebildiğimiz Tarih ve şuan gördüğümüz dinler ise bu felaketten önceki medeniyet ve dinlerin uzantısıdır.
Lamek yazıtlarında akıl almaz bir olay anlatılır. Gerçi tomarların bir bölümü, birtakım cümle ve paragrafların okunmasını imkânsızlaştıracak kadar bozulmuştur ama, geride kalanlar anlatmaya değer ölçüde önemlidir:
Nuh’un babası Lamek, Tanrı tarafından, insanları tufandan sonra yeniden düzenlemesi ve Adem’den sonraki 2. Ata olması göreviyle seçilmiştir. Ancak daha Nuh’un doğduğu gün bile birçok karışıklık meydana gelmiştir. Çünkü Nuh, normal bir insana benzemiyordur. Bembeyaz tenli, bembeyaz tüylüdür. (Albino gibi) ve Lamek, Nuh’un ‘Tanrı Oğullarından Biri’ olmasından korkar, hatta direkt onlar gibi görünüyor der. Buradan anladığımız kadarıyla melekler veya Nephiller, bembeyaz tenli ve beyaz ya da çok açık sarı tüylü insanlardı. Birçok romanda, birçok efsanede hep böyle Ari, Üstün bir ırk motifi işlenir. Kimi masallarda bunlar Elf falandır, kiminde Peri’dir. Genelde bunlar hep birsürü taşlarla bezeli aksesuarlar, elbiseler giyerler, farklı ve güzel bir görünüşe sahiptirler, Game Of Thrones’deki Khaleesi gibi görünürler. Fakat biz teorimiz gereği bunları Astronot Kıyafeti gibi bir kıyafet giymiş, Kafaları da Cam Fanus’un içinde, parlak tipler olarak da hayal edebiliriz. (Ayrıca Afrika efsanelerinde de, gökten yeryüzüne 70 tane beyaz tenli insan doğurulduğu anlatılır. Enok kitabında da 200'e yakın Nephilim’in, Hermon Dağı’na inerek yeryüzüne yayıldığı ve insanlara zanaat öğrettiği anlatılır.)
Bunun üzerine Lamek tedirgin olur, başlarına bir felaket gelmesinden korkar. Babası Metuşelah’ın öğütlerini almak üzere yola çıkar. Babasının evine varınca olayı olduğu gibi anlatır ve çok üzüldüğünü söyler. Metuşelah dinler ve çocuğun nereden geldiğini anlamak için bilge Enok’a başvuracağını, bunun için de çok uzun ve yorucu bir yolculuk gerektiğini söyler. Enok, Metuşelah’ın ailede birdenbire ortaya çıkan ve ne saçı, ne gözü, ne de derisi kendilerine benzeyen bu çocuğu anlatışını dinler ve yaşlı adamı çok üzücü bir haberle birlikte evine yollar: Pek yakında dünya, kıyameti yaşayacaktır. Ailedeki çocuk da, bu büyük evrensel yargılamadan kurtulacak olanların atası olacak, seçilmiş birisidir.
Bu Aşk-ı Memnu tarzı aile öyküsünün en ilginç yanı, Nuh’un ailesinin, hatta büyükbabası Metuşelah’ın, daha sonra ateş saçan bir savaş arabasına binerek ebediyen göklerde kaybolan Enok (Hazreti İdris) tarafından pek yakın bir felâket konusunda uyarılmış olmasıdır. Bu olay da, insan soyunun uzaydan gelen bilinmeyen yaratıklar eliyle çoğaltıldığı ve yeri geldiği zaman başarısız deneklerin yokedildiği, seçilen temsilciler yoluyla iletişim sağlandığı, kıtaların batırıldığı düşüncesini doğrulamıyor mu? Aksi halde, insanların hiç durmadan devler ve tanrı oğulları tarafından döllenmesinin ve başarısız olan türlerin sürekli yok edilmesinin hiç bir anlamı kalmıyor.
Bu açıdan bakınca, Tufan’ın, bir iki üstün kişi dışında kalan insanları ortadan kaldırmak için bilerek yapıldığı anlaşılıyor. Böyle olunca da ilâhî bir yargılama niteliği ortadan kalkıyor. Günümüzde daha zeki bir insan türünün sunî olarak yaşatılması gerçekleşmeye doğru giden kuramlar arasında. Yazının başında klonlamalar, beyin üretmeler gibi projelerle alakalı projeleri sizlere sunmuştum hatırlarsanız.
Birtakım eski din kitapları daha da ileriye giderek, “Tanrı’nın istediği biçimde insanların yaratılabilmesi için”, birçok deneyler yapıldığını yazıyor.
Bilinmeyen uzaylıların dünyamızı ziyaret ettiğini ileri süren kuramımıza göre, bugün bile bizi biz yapanın bu üstün varlıklar olduğu anlaşılmaktadır. Bu deliller zincirinin bir halkasını da, tanrıların atalarımızdan istedikleri armağanlar tamamlıyor. Bu istekler, hiç bir zaman güzel kokular ve kurbanlık hayvanlarla sınırlandırılmamıştı. Armağanlar listesinde çoğu zaman çeşitli karışımlardan yapılmış sikkeler de yer alıyordu. Yunan Tanrıları ne istiyordu? Tapınmalar, dualar, hediyeler… elektriği kullanmayı keşfeden ve çağımızı yüzyıllarca ileri taşıyan Nikola Tesla da, uzaydan mesajlar aldığını iddia ediyordu. Hatta günümüzden 100 küsür sene önce yaptığı bir röportaj vardır. Buraya link eklemeyeceğim çünkü atacağım linkteki yazı ileride silinirse anlamsız olacaktır. Google’den bu “Tesla’nın 100 yıl önceki röportajı” yazsanız veya Tesla’nın fikirleriyle alakalı herhangi bir kitap okusanız bile göreceksiniz zaten. Elektiriğin canlı bir varlık olduğunu, bütün tasarımlarını uzaydan vahiy tarzı bir şekilde aldığını falan söylüyor bu adam. Herhalde 2000 sene önce yaşamış olsa Peygamber olurdu. Çünkü bütün peygamberler, mesajlar aldığını iddia edip zamanının ötesinde fikirler ve davranışlar (mucizeler) sergiliyorlardı. (İddiaya göre tabi) Tabiki bizim teorimiz sadece Tesla, Tevrat veya 1–2 efsaneden ibaret değil.
Hemen hemen her medeniyetin geçmişinde, anlaması güç heykeller, yapılar ve hikayeler vardır. Bunların hepsine teker teker değinip yazıyı okunamayacak kadar uzatmaktansa, meşaleyi yakıp, siz verip, ne kadar yürüyeceğinizi size bırakmayı tercih ediyorum. Gene de çok kısa en azından birtanesine değineceğim çünkü yazımın Tevrat’tan ibaret olmasını istemiyorum. Ayriyeten zaten Mu Kıtası ve Enok Kitabı gibi, Sirius Yıldızı gibi şeylerle alakalı başka yazılar hazırlamış olduğum için, buraya o yazılarımdaki pasajları Copy Paste ederek zaten yeterince uzun olan bu yazıyı gereksiz uzatmayı da tercih etmiyorum. Meraklısı, dileyeni profili biraz karıştırsa veya en azından buraya eklediğim linklere baksa, zaten birkaç kitap edecek kadar bir bilgi birikimine rahatlıkla ulaşacaktır. Bununla beraber son birkaç ayrıntı ekleyip yazıyı sonlandırayım:
Mesela Aztekler tanrılarını göklerden gelen ve parlak uçan evleri olan varlıklar olarak tanımlamışlardır. Aslında Aztekler’de olan bu inanç, yani tanrıların göklerde olma inancı modern dinlerin “tanrı her yerdedir” demesinden önce hemen hemen tüm dünyada var olduğu bilinen bir inançtır. Tevrat’da da bunu gördük yazı boyunca. Bunun yanında Aztekler tanrılarını bizlere çok güzel betimlemişlerdir. Örneğin; tanrılarının kafa yapılarını taklit etmek için küçük çocukların kafalarının arkasına bez bağlayarak kafalarını uzatmışlardır. Kimi bölgelerde de boyunlarına metal halkalar takarak boyunlarını uzatan insanlar hala günümüzde yaşamaktadır. UFO veya Tanrıların neden koca kafalı olduğu konusu da sanırım evrimsel bir önermeyle delillendirilebilir. Bildiğiniz üzere kullanılan uzuv gelişir, kullanılmayan ise körelir. Günümüzde her şey teknoloji sağolsun o kadar kolaydır ki, resmen tembel tembel yaşayan varlıklara dönüştük.
İki ay at üstünde giden dedelerimize kıyasla, 2 adım ötedeki bakkala yürüyerek gitmeye çekinen tipler olduk. Bu mantıkla, binlerce yıl bu rahatlık sayesinde sadece kafamızı kullanıp, bedenimizi çalıştırmadığımızı varsayarsak, herhalde daha kısa boylu, daha sıska, fakat beyni büyümüş koca kafalı varlıklar olmamız olağandır.
Bu konu üzerinde araştırmalar yapan insanların Azteklerin tanrı dediği, kafaları arkaya doğru uzun, uçan evleri olan ve göklerde yaşayan bu varlıkları dünya dışı varlıklar olarak tanımlamları çok ta zor olmayacaktır. Diğer bir ihtimal ise bunların hepsini “saçmalık” veya “masal” olarak görüp kabul etmemeleridir. Bana kalırsa benim bu iki görüşle de bir derdim yok. Ama yine de bu yazıyı hayrına yazmış birisi olarak bir iki ayrıntı daha sunmak isterim. Mesela. Tiahuanako’nun ilgi çeken bir anıtını paylaşalım. Bu anıt, 10 tonluk tek bir kaya parçasından oyulmuş, 3 m. boyunda, 3.75 m. enindeki Güneş Kapısı’dır.
Biraz bizim Türkiye’deki “Göbeklitepe” harabelerini andırıyor. Meksika ve çevre bölgelerde bu tarz anıtlar, heykeller, yer altı tünelleri ve kalıntılar, piramitler bulmak hiç de zor değil. Hatta bunlar o kadar yaygın ki, Atatürk’ün bile ilgisini çekmiş ve sonunda Atatürk, hazırlamakta olduğu Türk Tarih Tezi’ne kaynak olabilir düşüncesiyle Tahsin Mayatepek ve yanında onlarca kişilik bir Tarih ve Arkeoloji heyeti seçerek Meksika bölgelerine yıllarca sürecek olan bir Araştırma heyeti göndermiştir. Geleneksel yorumcular, Güneş Kapısı’nın mitoslara dayanan kozmogonik bir sistemi simgelediğini belirtmişlerdir. Peter Kolosimo, “Zamanı Olmayan Gezegen” adlı kitabında Güneş Kapısı’nın yaşı üzerinde durmaktadır. Peter Kolosimo, Z. Sitchin, Erich V. Daniken gibi insanlarla kıyaslanmamalı, olsa olsa James Churchward ile aynı kefeye koyulmalıdır. Kendisi Atlantis-Kayıp Kıta savunucularından birisidir ve “Not This World” adlı kitabında bu konudaki görüşlerini ve bulgularını aktarır.
Eğer bir gün bizim uzay adamlarımız da indikleri gezegende ilkel insanlarla karşılaşacak olurlarsa, zavallılar üzerinde ‘tanrı’ ya da ‘tanrı oğlu’ izlenimi bırakacaklardır. Belki kendi istekleriyle yapılar, Piramitler inşa ettirecek, belki de zaten onlarla karşılaşan bu tür kendiliğinden böyle şeyler yapma girişiminde bulunacaktır. Ama bir de indikleri gezegende korkunç ileri bir uygarlığın insanlarıyla karşılaştıklarını düşünün... Herhalde o zaman, ‘tanrı’ olarak değil, zamanın çok gerisinde yaşayan zavallılar olarak karşılanacaklardır.
İşin özü, şuan dünyada bilinen dinlerin Uzaylı Varlıklar eliyle bize gönderilmiş olduğu fikrini, bu dinlerin kendileri bile desteklemekte. Size Tevrat’dan ilgili ayetleri göstermekle beraber, el değmemiş Apokrif Tevrat’ın parçalarından da bahsettim. Bunun yanında gerçekliği hala tartışılan Mu, Atlantis gibi uygarlıklara değinerek, elimden geldiğince birbiriyle ilişkili efsaneleri (Lut, Tufan vb.) bir arada sunmaya çalıştım. Daha ayrıntılı ve bilimsel açıdan efsane değil de, araştırmaları yapılmış, verileri kaydedilmiş projeleri de ekstra bilgi için zaten hazırlamış olduğumu belirterek bunları yazı arasında sizlere sundum. Daha eklenebilecek tonla olay olmasına karşın yazı zaten cehennem azabı gibi uzadığından dolayı artık sonlandırmak niyetindeyim.
Profilimde böyle meraklısı hariç kimsenin inanmayacağı yazılara neredeyse hiç yer vermemekteyim. Göz atan birisi Kuantum Fiziği ve Mekanikle alakalı tonla yazılara ve Tarih-Din araştırmalarıma rastlayacaklardır. Çok sıkıcı bir yazı hazırlamadığımı düşünerek buraya kadar okuyan herkese teşekkür ediyorum. Uzaylı varlıklarla iletişimi mental yoldan kurduğunu iddia eden, evrenin bir simülasyon veya yanılgıdan ibaret olduğunu ileri süren New Age, Spiritüalizm ve Karma felsefesine dayalı Reenkarnasyon fikrini barındıran “Her Şey Bir, Tanrı Sensin” fikrini empoze etmeye çalışan inançları eleştirdiğim üç ciltlik, dolaylı yoldan bu yazıyı da ilgilendiren bir yazı serisi hazırlamıştım. Okumak isteyenleri için buraya onları da ekleyerek noktayı koyuyorum. Kalın sağlıcakla.
Dipnot: Bu tip 15.000 Yıllık Piramit, 30. Yıllık Heykel, bilmem ne kıtasından kalma Antik Eser gibi iddialar ortaya koyan, Türk Tarihi’nin 5000 ila 70.000 Yıllık bir geçmişe sahip olduğunu savunan arkadaşlar bilmelidir ki bu yazıdaki teori dahil, Mu ve benzeri teoriler “Gayrıresmi Tarih” diye adlandırılır. Bunlara inanmak bir zorunluluk değildir, mutlak gerçeklik de değillerdir. Bu inançlar üzerine bir hayat felsefesi belirlemek de pek mantıklı bir hareket olmayacaktır.
NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım benden özel izin alınmadan ve kaynak belirtilmeden hiçbir ortamda kullanılamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz. Benden özel izin almadan ve kaynak belirtmeden kullandığınız taktirde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.