24 Ekim 2018 Çarşamba

Mustafa Kemal Atatürk Öldürüldü Mü?


Merhaba. Bu seferki konumuz: Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü. Benim amacım da, ölümü veya öldürülmesiyle ilgili ortaya atılan bazı iddiaları ve bu iddiaları destekleyen verileri toparlayarak sizlere sunmak. “Kesinlikle böyle olmuştur!” diyemeyeceğim, yorumu sizlere bırakacağım. Tek yapmak istediğim, bu üstünde durulmayan ve geçiştirilen, hatta farklı zaman aralıklarıyla sürekli gündeme getirilmesine rağmen tekrar tekrar üstü örtülen bu hadiseyi biraz daha açık bir şekilde sizlere aktarmaktır. Ardından ne düşüneceğiniz ise size kalmıştır. Keyifli okumalar…

Öncelikle; bu konunun Hasan Demir’in kaleminden Yeniçağ Gazetesi'nde de gündeme getirilmiş, ancak medya tarafından üstü örtülmüş bir konu olduğunu ve "Atatürk Zehirlendi" teorisi üstüne yazılan birtakım kitapların olduğundan bahsetmeliyim sizlere. Yani bu teoriyi ilk olarak ben ortaya atmıyorum veya burada sanki ulvi bir gerçeği keşfetmişim gibi bir rol üstlenmiyorum. Amacım bir komplo teorisi üretmek ya da desteklemek de değil. Benim tek yaptığım Pozitif ve Negatif kaynaklardan bu hadiseyi incelemek ve parçaları birleştirerek tarafsızca sizlere sunmak olacaktır.

Atatürk suikasti ile ilgili birçok belge, ve şüphe meydana getirebilecek kayıt mevcuttur. Bunlardan bazılarını burada aktarmaya çalışacağım.

Tarih 10 Kasım 1938. Paşa ölüyor ve ülkede bu haber hızla yayılıyor, halk resmen gözleri kanarcasına ağlıyor. Gerçekten de herhalde binlerce yıldır şu topraklara gelen, en sevilen ve aynı zamanda en nefret edilen adamdır Atatürk. Seveni taparcasına seviyor, nefret edeniyse gördüğü yerde kellesini alma hayaliyle yaşıyor. Bu ölüm karşısında baygınlık geçiren, kederden hıçkıra hıçkıra sokaklarda ağlayan insanlar olduğu gibi, aynı kederi duymayıp sevinçten çatlayanlar da var elbet. Bir de bundan gurur duyanlar var tabii… Bu işi planlayarak yaptıklarını iddia eden kişiler var. Gelin öncesine ve sonrasına yavaş yavaş bakalım:

Büyük Millet Meclisi’nde Atatürk’ün ölüm raporu gündeme geldiğinde, 1935 yılında locaları kapatılan, ancak Meclis’ten tam olarak arındırılamayan masonlar ortaya bir fikir atarlar: “Efendim, gençlerimize terbiye olur, onun alkol ve sigaradan öldüğünü duyuralım.”  ve ortada doktor raporu varken ne hikmetse bu böyle kabul edilir. Bunun arkasından Yeşilay icat edilir, bu olaylar da tarihteki yerini böylece alır. Ayriyeten Atatürk öldüğü zaman İsmet Paşa onun cenazesine katılmaz, bununla da kalmaz, ölümünün ertesi günü, daha ceset soğumadan ülkenin başına geçer. Oraya da geleceğiz…

Yeşilay'ın Masonlarca finanse edilmesi ve bağlantılı olduğu gruplar bir kenara dursun, biz direkt paşamızın hastalığı ve neticeleri üzerinden ilerleyelim.

ÖLÜMÜYLE ALAKALI ÇELİŞKİLER

  • Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması olarak gösterilirken, ikinci raporda alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilmektedir. Yani raporlar arasında ciddi çelişkiler vardır. Evet, Atatürk alkol içen bir insandı; fakat bu demek değildir ki raporları keyfinize göre değiştirip, işinize gelen şekilde düzenleyebilesiniz…
  • Atatürk’ün öldükten sonra otopsisi ya da biyopsisi yapılmamıştır. Üstelik büyük bir kesim bunu talep etmiştir, “Paşa normalde iyileşiyordu, ne oldu da birden bire öldü?” diye soruluyordu.

İşte bu noktalar akla “acaba saklanan bir gerçek mi vardır?” sorusunu getiriyor. Buradan yola çıkalım ve bu sır perdesini aralamaya çalışalım…Şimdi biraz daha geriye dönelim. Yıl 1935. Atatürk, Mahmut Esat Bozkurt’a Masonların taksimat, teşkilat ve ahvalini bildiren bir kitap verir ve der ki;

“Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle Halk Partisi Gurup Başkanlığına ver, gurupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve gurupça kapanmasına delalet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır.”

Böylece Bozkurt, Paşa’nın istediği şekilde bir konuşma yapar. Ardından Meclis’teki masonları bir telaş alır... Bunun üzerine Şükrü Kaya, Kazım Özalp, Mahzar Germen, alel acele Recep Peker’e yalvarıp yakarırlar. Fakat Atatürk'ün isteği karşısında kim sesini çıkarabilir?

Ertesi hafta Recep Peker gelir ve kürsüye çıkarak şu müjdeyi verir:
“Arkadaşlar; bugünden itibaren Türkiye’de Masonluk kalmamıştır ve bütün localar kapanmıştır.”

Salon “Kahrolsun Yahudi uşakları!” sesleriyle inler. Yüzyıllardır masonlarla uğraşan ve hatta resmen II Abdülhamit zamanı ordusunun yarısından çoğu Mason olan bir devletten geriye kalanlar sanki üstlerinden bir yük kalkmış gibi sevinirler. Bizim dedelerimiz de bizden farklı değildi anlayacağınız. Tezahürat yapma ve bağırıp çağırma gibi huyları vardır. Mücadele döneminde nasıl gaza geldiklerini Nutuk’tan takip edebilirsiniz. 

Her neyse, grup dağıldıktan sonra masonlar doktor Mim Kemal’i önlerine katarak Atatürk’ün makamına çıkarlar; “Efendim biz zaten maiyet-i devletinizdeyiz, fakat siz meşrik-i azamımız olursanız biz pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız” derler.

Atatürk de karşılık olarak;
“Peki bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra… Siz Avrupada hangi locaya bağlısınız ve metbûnuzun ismi nedir? diye sorar. “Biz Cenova’ya tabiiyiz ve reisimiz de Barca Mison Cenaplarıdır.” 

Atatürk bu cevabın üzerine öfkelenir ve;
Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi, ben sizin gibi, bir çift Yahudi’ye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün localarınızı kapatmadığınız takdirde yarın teşkil edeceğim divan-ı harbi örfi’ye hepinizi verir ve astırırım! Haydi defolun karşımdan!” diyerek onları makamından kovar.

Atatürk ne kadar barışsever bir insan olsa da, tepesi attığı zaman ne yapacağını kimse bilemez. Misal, eline tabancasını alıp Mecliste masanın üstüne çıkarak tehditler savurduğu da olmuştur. Karşısındaki insan daha ağzını açmadan ne söyleyeceğini bilen, en ufak bir kelimenin altındaki onlarca mana ve imaları saniyesinde çözebilen süperzeki bir devlet adamından bahsediyoruz burada. 

Sonuçta bu durum İstanbul, İzmir ve Adana’daki diğer loca üyelerine de bildirilir ve sabah olmadan tüm localar kapanır. Nitekim kimse bizim Sarı Paşa’yı karşısına almak istemedi tabii… Fakat kimse de öylece her şeyi oturup kabullenmez değil mi? Gizliden gizliye işine gücüne devam eder.

Mason locaları kapatılmıştır kapatılmasına ama, İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanlığı sırasında, “kanun-u mahsusla localar kapanmadı! Tekrar açmaya hakkımız var!” diyen Masonların müracaatı üzerine tekrar localar açılıp faaliyete başladılar… Hatırladınız değil mi? İsmet Paşa dediğimiz, hani Atatürk ölür ölmez koltuğuna çöken İsmet Paşa. Ayrıntılara dikkat edelim.

Ve 1952'de ise Atatürkçü geçinen ve onunla iftihar eden Celal Bayar da, Ahmet Gürkan’ın teklif ettiği ve Masonların localarını kapatmak istediği kanun teklifini ret ederek bu suretle localarını kanunla pekiştirdi.

Mason Localarının Kapatılışına Tepkiler

Geçmişe dönelim. Locaların kapatılması üzerine yüksek dereceli bir mason olan Avram (İbrahim, Abraham) Benaroyas, Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasındayken öğrenir ve şunları söyler;
“Cemiyetimize zarar veren ve engelleyenlerin cezası ölüm olmalıdır!”

Tabii ki bu haber Gazetelere verilecek veya Atatürk’e telefonla “Bana bak, seni öldürürüz he” denilecek bir haber değildir. Meclis toplantısında değil, Mason locaları arasında yapılan bir toplantıda söylenmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, 10.10.1935 tarihinde Ankara’da Çankaya köşkünde doktor Mim Kemal Öke”ye hitaben: “Mason cemiyetinin faaliyetini inkılaplarıma muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeye teşebbüs etmeyiniz.” demiştir...

Avram Benaroyas ise Atatürk’ün ölümünden sonra şu açıklamaları yapmıştır:
“O zannetti ki; bütün muhalif ve muarızlarını tasfiye ve bertaraf ettiği gibi masonları da tasfiyeye tabi tutmaya muvaffak olacaktır. Fakat asla! Türkiye’deki mason cemiyetinin Kemal Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetinin durdurulduğunu Moskova’da tarihi bir yerde yoldaşlar arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman, beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan şaşırmış bir halde, oradakilere şaşkınlık içinde haykırdım:

Ayrıca 

“O sarı lider ortadan suret-i katiyetle ortadan kaldırılacaktır!” -Laiki Foni “Halkın Sesi” gazetesi, Yunanistan, 1948.


Bu itiraflar General Cevat Rıfat Atilhan tarafından çevrilmiş, “Atatürk”ün Ölümündeki Sır Perdesi” alt başlığı ile gazeteci Ogün Deli tarafından kaleme alınan “Agoni” isimli derlemede de aktarılmıştır. Ayrıca bu konuda daha geniş ayrıntı ve bilgiye ulaşmak isteyenler; “Yusuf Ziya Koca-Atatürk Öldü mü, Öldürüldü mü?” Adlı kitabı okuyabilirler.

Evet. Atatürk, Türkiye’deki mason derneklerini kapatıyor ve dünya masonları bunun üzerine Moskova”da gerçekleştirdikleri bir toplantıda, “O sarı lider, suret-i katiyetle ortadan kaldırılacaktır!” diyorlar, sonra da bunu gayet açık açık gazete ve dergilerde yayınlıyorlar. Peki bu iş sadece lafla mı kalıyor? sonrasında ne oluyor? Sonrasını zamanın kıdemli mason üstadlarından olan Avram Benaroyas’ın kaleminden okumaya devam edelim:

“Atatürk’ün ani bir dönüşle mason cemiyetini kapatması bizi pek derin bir düşünceye sevk etmişti. İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Çünkü o, felsefemizin Türkiye’de yerleşme imkânlarını ortadan kaldırmıştı. Ancak doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden, Kremlin’in istediği ‘esrarangiz ve kendine göre esrar arz edecek ölüm’ kararına uyduk.

Mason biraderler cemiyetimiz kapatıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi O’nun her hareketi’ni alkışladılar. Zamanla O’nun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı Lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. O zannetti ki; bütün muhalif ve muarızlarını tasfiye ve bertaraf ettiği gibi masonları da tasfiyeye tabi tutmaya muvaffak olacaktır. Fakat asla! Bu sebeple kendisinin de ortadan kaldırılması son derece elzemdi.”

Görüldüğü üzere localarını kapattığı için Atatürk’ü “ortadan kaldırma” kararı alan mason-komünist ittifakı, silahla öldürme riskini başarı şansı çok az olduğu için tercih etmemiş ve şu kararı almış: “Onun ölümü esrarengiz olacaktır!”

Ayrıca, Ceyhan Mumcu’nun 16.10.2005 tarihinde Mahiye Morgül’e anlatımından bir alıntı yapayım:

“Bir deniz tabip albayının Atatürk’ün ölümü hakkında yapmış olduğu bir doktora tezi var. Orada Atatürk’e yanlış tedavi uygulandığı anlatılmaktadır. Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi. Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı “Kinin” yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü. Tedaviyi yapan doktor mason locası üstadı azamlarından doktor Mim Kemal Öke’dir. Durumu iyice fenalaştıktan sonra yine bir mason olan Celal Bayar, yurtdışından bir doktor getirtir. Yanlış tedavi yapıldığını, karaciğerin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur. İstirahat için 2 ay kadar kaldığı Savarona’da nemli sıcaktan durumu daha da kötüleşmiş, son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na götürülmüştür.”

Atatürk’e Uygulanan Tedavilerdeki Tutarsızlıklar

Türkiye’deki önemli masonlardan Mustafa Hakkı Nalçacı, Moskova’ya davet edilir. Avram Banaroyas ve Türkiye’deki masonların ikinci lideri olan Nalçacı, Kremlin yetkilileri ile toplantıdayken, yapılan konuşmaları Yunan gazeteci Apostolos Grasoz, ünlü Sovyet despotu Laurenti Beria ile birlikte yan odadan takip etmektedirler. Dolayısıyla bunlar “daha sonra” gazetelere ve dergilere eklenecek olan konuşmalardır.
Benorayas, 1 Ağustos 1948 tarihli Halkın Sesi (Laiki Foni) adlı Yunan gazetesinde bunları yazarken, Yunan gazeteci Apostolos Grazos da, Halk Cephesi (Laiki Metopo) gazetesinde 15 Eylül 1949 tarihlerinde yazdığı seri yazıda şu görüşleri dile getirmiştir:

“Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için “Osmanlı İmparatorluğu”nu parçaladık. Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik etmek icap ediyordu ki; Doktor Abrayava ve Fischenger cidden bu işte fedakarâne çalıştılar. 1937 ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor, bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını zaafa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usülü Atatürk’ün sinir organlarını felce uğrattı.
Atatürk’de zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar, karşısındaki arkadaşı tanımamazlıklar kendini gösterdi. Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sarı Lider’in hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de; Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem mevki ve selahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara, Sarı Lider’in tedavisinde vazife vermemekle bize pek ala ispat ettiler.”


Mason temsilcileri yer yer bu şekilde Atatürk’e ilk darbeyi 1937 yılı ortalarında indirdiklerini söylerken, bundan birkaç ay sonra Aralık 1937'de Yalova’da Atatürk’ü resmen muayene eden Prof. Dr. Nihat Reşat Belger ilk teşhisi “karaciğer üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir” diyerek koymuştur.


Oysa, Benaroyas’ın söylediği aylarda Atatürk kaşıntıdan muzdariptir. Atatürk’ün doktorları, incelemelerden sonra bu kaşıntıların karınca ısırması sonucu olduğunu söylemişlerdi. Atatürk, “Karınca yatak odama kadar girer mi?” diye sorup duruyordu. Köşkte et yiyen cinsten küçük kırmızı karıncaların varlığı söylentisi hızla yayılmıştı. Öyle ki böyle karıncalardan bulunduğu tesbit edilmişti. Ben 94 doğumluyum, benim kuşağımda olanlar bilirler, ilkokulda bize 10 Kasım günü Atatürk ile alakalı belgeseller izletilirdi. O belgesellerde de Atatürk’ün karıncalarla başının dertte olduğu, ve hatta miğdesinde karıncalar bulunduğu, karıncalar yüzünden öldüğü bize anlatılır ve izletilirdi.

Atatürk’ün İstanbul ve Yalova’da olduğu bir sırada Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman, Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’a telefon ederek “Köşkü karıncalar bastı, Atatürk kaşıntıdan şikayetçi, bir çare bulun.” dedi.
Doktor ve diğer sıhhi personelden oluşan 8 kişilik karınca arama ekibinin çalışmalarını Dr. Nuri Refet Korur, “evet kırmızı renkte küçük karıncalar gördük” diye açıklamıştı. 

İlgili mütehassıslar da; bu tip karıncaların Çin’den Avrupa’ya geldiğini ve etle beslendiklerini söylemişlerdi. Karınca hikayesini bilen Atatürk, Dr. Velger’in karaciğerle ilgili teşhisini ve kaşıntının sebebinin bu olduğunu duyunca şaşırmış, ve hatta şüphelenmişti. Bu şüphelerini de manevi kızı Afet İnan’a anlatmıştır. Atatürk’ün hatıraları ve anlattıklarıyla alakalı kayıtlar alan çok önemli insanlardan biridir. “Atatürk’den Hatıralar” adlı kitabını okumanızı tavsiye ederim.

Atatürk’ü yavaş yavaş öldürme planı hızla işliyor, Atatürk”ün hastalığının teşhisi ile ilgili farklılıklar Atatürk’ün ölüm raporlarına bile yansıyordu. Atatürk’ün fenni rapora geçen hastalığı “Alkole bağlı siroz” olarak tanımlandı. Oysa aynı rapora imza atan doktorlardan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, daha sonra “bunu kati olarak kestirmek mümkün değil” diyerek “hipertrofik siroz” tanısına yöneliyordu. Yani alkole dayanmayan (sıtma) siroz.

Çelişkiler bununla da sınırlı değil. Mesela 30 Temmuz 1938 Cumartesi günü Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ün kalbinin kuvvetli olduğunu düşünürken, 4 gün sonra aynı kalbe kuvvetlendirici iğne yapılmasına karar veriyordu. Bir devlet başkanına sanki karşılarında deneme tahtası varmış gibi işine geldikleri gibi tedavi uygulanabilir mi?
Elbette bu durumdan şüphelenen birçok kişi vardı. Dr. Asım Arar, Dünya Gazetesi’ndeki mülakatında Atatürk’ün hastalığı ile ilgili olarak “karaciğer kifayetsizliği”nden şüphelendiğini ve bu şüphesini “söylenmesi icap eden” kişilere söylediğini, bu kişilerinse, böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını söylediklerini, bunu üzerine kendisinin daha ileri gidemediğini söylüyordu.

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da, Dr. Arar’ın söylediği türden birinin Atatürk’ün çevresinde bulunabileceğine inanmanın kendisi için güç olduğunu söylüyordu. Bunun üzerine yurtdışından da hekimler getirtip kontrol ettirmek icap etti. 31 Temmuz 1938 günü Viyana’dan gelen Prof. Dr. Eppinger, Atatürk’e çiğyemiş kürü uygulayarak bol bol kavun karpuz yedirmiş, ertesi gün Almanya’dan getirilen Prof. Dr. Bergman da, Atatürk’e rendelenmiş elma yedirtmişti.

Fakat daha sonra bu iki doktor bir araya gelerek damar tıkanıklığını düşünerek Atatürk’e Salygran şırıngası uygulamaya karar vermişlerdir. Aynı gün yapılan konsültasyonda, Paris’ten getirilen Prof. Dr. Fissinger ise yukarıdaki doktorlardan farklı olarak afyon mürekkepleri ile şibih kalevilerin (alkoloid) verilmesini uygun görüyordu. Her gelen doktor farklı bir teşhis koyuyor ve farklı bir tedavi yöntemi uyguluyordu yani.
İşin özü, Atatürk, zehirlendiğini anlamıştı artık. Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu;

“Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir.. Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti.”

Bu Durum Görmezden Mi Gelindi?

Atatürk’ü sürekli tedavi eden doktorlar şunlardır: Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof.Dr. Nihad Reşad Belger.

Gerektiğinde bu doktorların danıştıkları, Danışman Hekim olarak görev yapmış olanlar ise şunlardır: Prof.Dr. Akil Muhtar Özden, Prof.Dr. Süreyya Hidayet Sertel, Prof.Dr. Mim Kemal Öke, Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kamil Ber ve Prof. Dr. Mustafa Hayrullah Diker.

Dönemin Sağlık Bakanı Dr. İ.Refik Saydam, Sağlık Bakanlığı Müsteşarı ise Prof. Dr. Asım Arar idi. Bunların dışında, Paris’ten Prof. Dr. N. Fissinger (3 defa), Berlin’den Prof. Dr. Von Bergman, Viyana’dan Prof. Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürk’ün tedavisinde görev almışlardı.

Şimdi size yukarıda bahsettiğimiz Prof. Dr. Bergman ve Prof. Dr. Epinger’in Atatürk’e verdikleri Salyrgan adlı ilacın içeriğini kısaca anlatayım:

Salyrgan(civalı ilaç)’ın, Atatürk’ün tedavisinde “ajan tedavi ilacı” olarak kullanıldığı, aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ilaçla ağır ağır zehirlenerek öldürüldüğü ortaya çıkmıştır, ve bu devlet sırrı falan değildir. Araştıran herkes bunu görebilir. Öte yandan Atatürk’ün daha evvel sıtma geçirdiği bilinmesine rağmen karaciğer ve dalağı yıpratan Kinin ve Atebrin gibi ilaçlar bol miktarda kullanılarak ölümü çabuklaştırılmıştır. Tıp eğitimi almış onlarca doktorun bu hataya düşmesi mümkün müdür? Sadece 1937 yılında İstanbul Eczanesi’nden Atatürk için 43 kutu kinin ilacının alınmış olması buna iyi bir örnektir. Şimdi şunları bir sormamış gerekmez mi?
  • Atatürk’ün tedavisi için doktor seçimini kim yapmıştır?
  • Purinol adlı ilaç Atatürk’ün tedavisinde ne kadar kullanılmıştır? Bu ilacı imal eden Hakkı Bey, (Ruhsat tarihinde soyadı kanunu daha çıkmamıştı.) Mustafa Hakkı Nalçacı denen kimse midir?
  • Burun kanamalarından dolayı Atatürk’ü tedavi eden Dr. Naki Yıldırım yerine Numune Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Prof. Dr. Meyer’e görev verilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur?
  • 1938 Şubat ayında doktorların gelmesini uygun bulmayan Atatürk’e rağmen Prof. Dr. Frank, ve Prof. Dr. Epinger hangi gerekçe ve kimlerin tavsiyesi ile niçin getirilerek destursuz Atatürk’ün vücudu onlara emanet edilmiştir?
  • Müsteşar Dr. Arar’ın yaptığı ilk teşhisi bildirdiği ve bunu kâle almayan yetkililer kimlerdir?
  • Atatürk’e kaşıntıların sebebini karınca ısırığı olarak teşhis eden ve Çankaya Köşkü’ne ziyaretçi olarak 1937 sonlarında gelen doktor kimdir?
  • Ölüm anında Atatürk’ün ağzına su verdiği ölüm raporunda belirtilen Dr. Kamil Berk, ölüm raporunu niçin imzalamamıştır?
  • Atatürk, Dr. Nihat Reşed Belger’e daha önce kendisini muayene eden Prof. Neşet Ömer İrdelp’in koyduğu teşhisi kontrol ettirme ihtiyacı neden hissetmiştir?
  • Dr. Fissenger’in yazdığı reçeteleri, bu kadar absürt sayıda fazla ilacı hangi eczacı yapmıştır? Bu eczacı Mustafa Hakkı Nalçacı mıdır?
  • Bahsi geçen yabancı doktorlar getirilmeseydi, Salyrgan şırıngasını Türk doktorlar uygularlar mıydı?
  • Sürekli doktorların bilgisi dışında Paris’ten getirilen ilaçların sorumluluğu kime aittir? (Paris’ten gelen ilacı bünye kabul etmemiş, hasta daha da fenalaşmıştır. 24 Ağustos 1938'deki bu tedavi işin dönüm noktasıdır. Atatürk, o tedaviden sonrasını “tamamiyle başka şahsiyet olmuştum. Çok tuhaf” diye Prof.Dr. İrdelp’e anlatıyor)
  • Paris”te ilaç alınan 54 Reu Faubourrg Sainet Honere adresindeki firmanın Dr.Fissenger ile olan bağlantıları nedir?
  • Özel Kalem Müdürü göreviyle Atatürk’ü ‘’Köşkü karıncaların bastığı’’na inandırmaya çalışan Süreyya Anderiman kimdir?
  • Atatürk”ün ölümün üzerine düzenlenen iki rapordan ilkinde teşhis “karında toplanan sıvı/asit” olarak belirtilirken, ikinci raporda “alkolle ilişkili karaciğer iltihabı” denmesinin sebebi nedir?
  • Atatürk’ün tedavisi ile ilgili notları olduğunu söyleyerek, bir gün hatıra yazacağını söyleyen Dr. Ömer İrdelp, bahsettiği hatırayı niçin yazamamıştır?
  • Atatürk’e biopsi ve otopsi yaptırmama kararını devlet niçin vermiş, niçin bu kadar uzun süredir bünyesiyle oynanan bu devlet reisinin ölümünü gözardı etmişlerdir? Yoksa bu duruma üzülenler sadece halk mıdır?
  • Atatürk’ün sıhhi hayatına ilişkin bilgiler Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nda nasıl kayıp olmuştur? (Bakanlık, 1976 yılında bilgi isteyen profesörlere gerekli belgeleri “bulamadıklarıiddiasıyla vermemiştir.)
  • 1948 ve 1949 yılında Avram Benaroyas ve Yunan gazeteci Apostolos Grazos’un Yunan gazetelerinde yer alan iddiaları üzerine Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti herhangi bir araştırma ve girişimde bulunmuş mudur? Yoksa, haberi dahi olmamış mıdır? Bu ne sorumsuzluktur?

BELGELER

Son olarak, bu olaylar sadece 1938 veya 1940'larda gündeme gelmemiştir. Elbette bu sürekli üstü örtülen konu araştırılmıştır. Mesela, Başbakan Bülent Ecevit’in doktoru Mücahit Pehlivan, “Atatürk zehirlendi” diyerek kabrin açılmasını ve Mustafa Kemal’in naaşına DNA testi yapılmasını önermişti.

İlk belge İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 30 Haziran 1938'de, yani Atatürk’ün ölümünden 4-5 ay önce İsmet İnönü’ye gönderdiği yazıdır. İnönü ve Atatürk küskünlüğünü eminim hepiniz biliyorsunuzdur. Hatta öyle ki İsmet, Atatürk’ün hastalığı boyunca onu ziyaret etmemiş, hatta Atatürk öldükten sonra cenazesine bile uğramamıştır. Kaç senelik “arkadaşını”, ölümünde bile uğurlamayıp bir çelenk göndermekle yetinmiştir. Malumunuz ülke yönetimini ele aldıktan sonra da 12 sene kadar Anıtkabir’i bir türlü inşa ettiremeyip, Atatürk’ün naaşını müzede beklettirmiştir…

İsmet Paşa’nın 1935'den sonra yaptıklarını say say bitiremeyiz. Atatürk’ün kendi eliyle yazıp, ortaokul ve liselerde okutulmasını özellikle istediği “Medeni Bilgiler” adlı Türk Tarihi kitabını, İsmet İnönü, Atatürk’ün ölümünün ardından yasaklamıştır. Bununla beraber diğer ülkelerle yapılan anlaşmalar sonucu Türkiye’nin eğitim sistemine ve Türk vatandaşlarının okulda neleri ne kadar öğrenebileceklerine diğer büyük ülkelerin karar vermesine izin verilmiştir. Bir yandan halkı bilinçlensin, bilgilensin diye yıllarını veren Atatürk, bir yandan ülkedeki Tarih bilincini İngiltere’ye emanet eden İsmet Paşa. Bu devlet ne Marshall’lar, ne süt tozları, ne tereyağı yardımları gördü… Bilen bilir.

Her neyse. Kaya, İnönü’ye yazdığı yazıda “Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı ile yaptığı kanısındayım” diyor.

Asıl ilginç olan ise, Kaya’nın Atatürk’ün tedavisiyle ilgili normal bir bilgilendirme metniymiş gibi görünen yazısı birkaç cümle sonra farklı bir boyut alıyor:
“Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hasıl olmuştur. Hürmetle ellerinizden öperim efendim.”

Görüldüğü üzere, daha Atatürk hayatta iken, onun gidip İsmet’in gelmesi fikri Masonlar arasında kabul görmeye başlamış bile. Bu da sanırım Atatürk ölür ölmez, hemen ertesi günü, yasaya aykırı olmasına rağmen nasıl İsmet Paşa’nın koltuğa oturduğunu anlamamızda bize ışık tutuyor.

Mektuba göre Atatürk, doktorlardan kuşkulandığı için yabancı doktorları kendinden uzaklaştırıyor ve “Beni Türk doktorlarına emanet edin” talimatı veriyor. Az önce bahsi geçen belgenin tamamı şu şekildedir :
İkinci belge ise Atatürk’ün zehirlendiği tartışmalarının, 20 yıl sonra devletin zirvesindeki bazı isimlerin başını ağrıtacak ve ölüm tehditlerine bile sebep olacak şekilde yeniden gündeme geldiğini gösteriyor. CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, 26 Şubat 1959 tarihindeki yazısında daha sonra İçişleri Bakanlığı da yapacak olan Hıfzı Oğuz Bekata’yı nazik bir şekilde uyarıyor;
“Hıfzı Oğuz kardeşim. Seninle dost masalarında konuştuğumuz konuları bir başkaları ile paylaşman son derece beni üzmüştür. Elimden geldiği oranda sana destek olmaya çalışıyorum. Taleplerin zaman zaman çizgiyi aşmış da olsa sana destek olmak adına sineme çekip taleplerini karşılamaya çalışıyorum. Bahse konu zehirlenme raporunun bir örneğini birilerine verdiğini ifade etmişsin. Bu konu seni de beni de aşar, altından kalkamayız. Sen de altında kalırsın ben de. Birileri de altında kalır.
Geçmişte yapılan hataları telafi etmemizin ihtimali dahi olmadığını iyi bilmektesin. Gençtik, konuya sonradan vakıf olduk, alet olduk. Geri dönülmez bir yola girdik. Bunun vicdan azabını her daim hissettiğimi bilmektesin. Konuştuğumuz gibi meseleyi kendi aramızda halledelim. Düzenli olarak miktar hesabına yatmaya devam edecek. Birbirimizi üzmeyelim. O raporun aslını lütfen teslim et. İşin içerisinde kimler olduğunu iyi biliyorsun. MAH’ta (Mit’den önceki istihbarat) hala çok iyi adamları var. İşini bitirirler. Bunu tehdit olarak algılamayın. Sevgiler, saygılar sunarım.
 26.2.1959. Kasım Gülek.”
Evrakın aslı
Diğer bir ilginç olay ise: 11 Kasım’dan sonra Cumhurbaşkanlığı Kütüphanesi’nde Atatürk’le ilgili ne kadar belge varsa kaybolmasıdır. Nedense bununla da kalmayıp daha sonra Atatürk’ün günlüğünde adı geçen yakın arkadaşlarının evine belli zamanlarda hırsız giriyor ve sadece Atatürk’le ilgili belgeler çalınıyor. Bunları hangi zihniyet yaptırıyor? bunu düşünmek lazım.

Bir dönem “derin devlet” olarak anılan Encümen-i Daniş’in başkanlığını da yürüten Hıfzı Oğuz Bekata, Kasım Gülek’in “nazikçe” uyarılarına rağmen Atatürk’ün ölümünün arkasındaki sırrı araştırmaya devam etti. Bekata’nın İçişleri Bakanı olduğu 1962 yılında, CHP Genel Sekreter Yardımcısı Doktor Lebit Yurdoğlu’ndan destek istediği, Yurdoğlu’nun elde ettiği bulguları bir mektupla ilettiği görülüyor. Doktor Yurdoğlu, Bekata’ya yazdığı yazıda Atatürk’ün kesinlikle öldürüldüğüne dikkat çekiyor. Yurdoğlu, tespitlerini şu şekilde sıralıyor:
Belgenin aslı
Lebit Yurdoğlu’ndan Hıfzı Oğuz Bekata’ya gönderilen 18 Ekim 1962 tarihli mektup şu şekilde:
“Sn. Hıfzı Oğuz Bekata. Bu konuyu derinlemesine araştırdığımda sorunun sadece geç teşhis olmadığını, teşhisle uyumlu ilaçlar kullanılmadığını tesbit ettim. Atatürk’ün ilaçlarının alındığı eczanenin kayıtlarına baktığımda, o dönemlerde sıtma tedavisi için kullanılan Kinin ilacının 43 şişe kullanıldığını gördüm. Bu kadar Kinin kullanıldığında karaciğerinde onarılmaz yaralar açacağını her hekimin bilmesi gerekir. Ama ben bunun sanki bilinçli kullanılmış olduğu izlenimi edindim.

Atatürk’e tedavi amaçlı verilen diğer ilaç “piremidon”dur. İnsanlar üzerinde toksin (zehirli) etkisi olduğu kesinlik kazanmıştır. “Civalı diuretik” olan “Salyrgan” isimli ilacın ise, 3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce kullanımının tehlikeli olacağı bilindiği halde bu ilacın kullanılmasına devam edilmiştir. Eppinger, Bergman, Dr. Fissinger, ve Dr. Neşet Irdelp’in, hekimlik görevlerini bilinçli bir şeklide eksik yaptıkları kanısı bende hakim olmuştur.
Hürmet ve muhabbetlerimle.

C.H.P. Genel Sekreter Yardımcısı İzmir Milletvekili, Dr. Lebit Yurdoğlu”

Peki Bu Masonlara Ne Oldu?

İşin özü bu... Doktorlar ile alakalı detayları Lazer Yayınları arasında çıkan “Agoni”den öğrenebilirsiniz. Ayrıca daha ayrıntılı bilgi için “Atatürk Zehirlendi, Atatürk’ü Kimler Zehirledi? Atatürk’ü Kimler Öldürdü?” başlıklarıyla yayımlanmış bazı kitapları alıp okuyabilirsiniz… Ama dikkatle kaynakça bölümlerini kontrol etmenizi tavsiye ederim. Malum, doğru ve güvenilir bilgiye ulaşmanın çok zor olduğu dönemlerdeyiz…

Adamlar, “Mason derneklerini kapattığı için Atatürk’ü biz öldürdük. Önce vurmayı düşündük, sonra başaramamaktan korktuk, onun çevresini kuşattık, güvenini sağladık, sonra da hedefimize ulaştık” diyor. Böyle bir iddia ortaya atıyor. Tabii, herkes her şeyi iddia edebilir. Bugün birisi, gelip de size “Ben geçmiş yaşamımda Kleopatra’ydım!” da diyebilir. İddiaların ciddiliği ve destekli olup olmamasıdır asıl konu. Tarih incelendiğinde ise bu iddiaların arkası boş görünmüyor. Yoksa neden böyle bir yazı hazırlayayım değil mi? Yalan yanlış, uydurma haberlerle yazı hazırlayıp, sırf okuyucu kazanayım diye kendimi rezil edecek değilim. Bunu yapacak olsam 20li yaşların altındaki kitleye hitap edecek yazılar hazırlardım. Oturup derin tarih ya da kuantum fiziğiyle alakalı yazılar hazırlamazdım... Neyse. Eğer anlatılanlar hakikatse, bu demektir ki Gazi Paşa, devletin içerisindeki hainlerin eliyle öldürülmüş, ve bunun hesabını soran olmamış demektir.

Ya sonra? Mason dernekleri 1948 yılında “İnönü”nün emri ve Celal Bayar’ın desteği ile tekrar faaliyete geçtiler mi? Geçtiler. Hatta Halkevlerine devredilen mallarını da geri aldılar mı? aldılar. Peki, burada bitti mi? Hayır, bitmedi, bitecek gibi de görünmüyor.
Atatürk’ün bedenini ortadan kaldıranlar, oklarını onun ilkeleri ve felsefesine, onun çok sevdiği milletine ve milletinin değerlerine çevirdiler. Üzülerek ifade ederim ki, bu bahiste de başarılı oldular. Atatürk’ün kendi yazdığı “Medeni Bilgiler” adlı tarih kitabının, “Bu kitap ortaokul ve liselerde okutulsun, milletimiz tarihini öğrensin.” dediği, elleriyle yazdığı bu kitabı, daha sonra eğitimden çıkaran ve Marshall yardımı ile beraber İngiltere, Amerika gibi ülkelerle yapılan anlaşmalardan sebep, resmen Türk milletini, tarihinin sadece Osmanlı’dan ibaret olduğunu düşünmeye iten İsmet İnönü’nün, ardından Atatürkçü geçinerek Atatürk’e en büyük zararları veren Menderes’in ülkeye verdiği zararlar, gözden kaçacak türden değil. Şu açıktır ki bu ülkenin gündemi hiç boş tutulmamıştır. 

Önce Türk-Yunan kavgası çıkarılmış, Kıbrıs ve Kore olayları yaşanmış, gündem boş kalacakken Sağcı Solcu kavgaları başlamış, darbeler olmuş, o da bitince Türk-Kürt kavgası başlatılmış, şimdiyse Yobaz-Laik çıkmıştır. Bizim halkımız birbirine düşmeye o kadar meraklıdır ki, düşürecek birileri elbet bulunuyor. Neyse, biz konumuza dönelim:

Görüldüğü üzere özellikle İsmet İnönü’nün Atatürk’ü tarihten silme çabaları, tabiri caizse kıskançlığı, bu konularla bağlantılı olması, “acaba suikast için masonlarla anlaşma mı yaptı?” sorusunu akıllara getiriyor. Tabii ki Atatürk gibi birinin yanında, tabiri caizse Büyük İskender olsa, gene de göze çarpmaz. Bütün övgüler Atatürk’e yağarken, “TEK ADAM” hep o olurken, en yakın arkadaşları bile onu kıskanmaya başlayacaktır. Atatürk’ün eskiden arkadaşı olup da, zaman geçince ona suikast düzenlettiren kişileri hatırlayınız. Bu ülke ne İstiklal Mahkemeleri gördü… Nitekim Celal Bayar'ın 102 yıl, İsmet İnönü'nün ise 97 yıl yaşadığı şu dünya'da Atatürk 60 yaşını bile göremeden öyle veya böyle öldü.

Ancak, Onlarca sene öncesinin bu çirkin politikalarını bırakıp da, günümüze bakarsak eğer; suçluların hala hayatta olduğunu, bu görevlerin başka ellere geçmeye devam ettiğini göreceksiniz. Masonların, insanları en çok güvendikleri şey ile, milli veya dini duyguları ile kandırıp kontrol ettiğini de göreceksiniz.

Lütfen, “Atatürk”ten, milli devletten, Lozan’dan vazgeçin” diyen ve “Şehitlik ve gazilik kavramları kaldırılsın.” diyenlerle, “Türkiye mozaiktir, millet değil, halklardır” diyenlere dikkatle bakınız… Bütün devlet kurumlarında işlerinin hazır olduğunu, hepsinin karnı tok, sırtı pek olduğunu, resmen gelecek kaygılarının sıfır olduğunu ve hatta pek çoğunun yüksek dereceli masonlar, veya o masonlara hizmet eden tarafta yer alan yandaşlar olduklarını göreceksiniz… Masonlar derken ille de Yahudi olmaları gerektiğini kast etmiyorum. Çünkü halkımız genellikle neyi savunduğunu, neye inandığını merak etmeyen bir halktır. FETÖ olayları bile bunun çok basit örneğidir.
Şunu da belirtmeliyim; her şeyi Amerika ve İngilizlere bağlayanlar var ya hani… 

“Fetö’yü de Amerika ayarladı!” diyenler var ya; Sözüm onlara:
O bahsettiğiniz ülkeler son 100 yıl içinde sadece bir kişiye yenildiler! İster göğüs göğüse savaştan bahsedelim, ister medeniyet savaşından. Farketmez… Masonluktan ve Emperyalizmden, Siyonizmden mi bahsedeceğiz? bunlar da tarihte sadece bir kişiye kaybettiler ve o kişi Mustafa Kemal Atatürk! Şimdi de tek amaçları bu kişiyi herkese unutturmak… Bilhassa kendi milletine. Cumhuriyet, bilim ve laiklik düşmanlığı yapanlara bir bakarsanız her şeyi daha kolay anlayacaksınız. Dindar geçinip de insanları dinden soğutan, milliyetçi geçinip de milletini birbirine kırdıran, “Türk” ismini kullanmaktan bile çekinen, milli kimliği yok edip “biz müslümanız daha ne olsun” diyenlere bir bakınız… Ben daha ne diyeyim!

1. Dünya Savaşı’ndan sonra bütün müslüman ülkeler resmen İngiliz Sömürgesi haline getirildi, hepsi kuklaya çevrildi; fakat bir ülke hariç: Türkiye! Vatanımıza sahip çıkalım. Bunu da sağda solda mitinglerde bağırarak değil, bilinçlenerek, tarihimizi öğrenerek, bizden saklanan şeyleri keşfederek ve bunu etrafımızdakilere aktararak yapalım. Benim de bu blogu açmamın tek sebebi budur. Beş kuruş para kazanmadan, sadece kafa patlatarak, yeni bir yazı hazırlayabileyim diye kitap alıp, para harcayıp, okuyarak birçok konuyla alakalı yazı yazmamın sebebi budur. Umarım bu yazı size faydalı olabilmiştir. Diğer yazılar için profilimi kurcalayabilirsiniz. Keyifli okumalar…

NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım benden özel izin alınmadan ve kaynak belirtilmeden hiçbir ortamda kullanılamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz. Benden özel izin almadan ve kaynak belirtmeden kullandığınız taktirde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.

7 Ekim 2018 Pazar

Hafıza Sarayı (Mind Palace) Nasıl Oluşturulur)



Hafıza Sarayı Nedir?

Hafıza Sarayı, Antik Roma’dan bu yana, inanılması güç hafıza özelliklerini elde etmek için kullanılan bir yöntemdir. 8 kez Dünya Hafıza Şampiyonu olan Dominic O’Brien, bu tekniği kullanarak 2808 adet iskambil kağıdını sırasıyla saymayı başarmıştır… bir kitabı baştan sona ezberlemek için de buna benzer teknikler kullanılır. İleri seviye Psikolojide kullanılan yöntemlerdendir. Hasta bilinçli veya biliçsiz kendi hafıza sarayına sokulur, çocukluğuna indirilir vesaire.

Hafıza Sarayı tekniklerini ya da bu tekniklerin varyasyonlarını kullanarak benzeri başarılara imza atmış sayısız örnek mevcuttur. Edebiyatta da bu tekniğe çeşitli göndermelerde bulunulmuştur. Thomas Harris’in Hannibal isimli romanında seri katil Hannibal Lecter, hasta kayıtlarını aklında tutabilmek için yıllara ait hatıralarını inanılmaz canlı görüntüler eşliğinde hafızasına kaydetmektedir.

Dominic O’Brien ya da Hannibal Lecter kadar üstün başarılara imza atmak zorunda değiliz elbette; ancak şundan emin olabiliriz ki Hafıza Sarayı yabancı dil öğrenirken, sınavlara hazırlanırken, sunum yaparken ve daha pek çok zihinsel aktiviteyi gerçekleştirirken son derece etkili bir tekniktir.

Hafıza Sarayı tekniği, daha önceden bildiğimiz yerleri iyi hatırlayabildiğimiz fikrine dayanır. “Hafıza Sarayı” ifadesi, çok iyi bildiğimiz ve kolaylıkla görselleştirebileceğimiz bir yer konusunda metafor olarak kullanılır. Hafıza Sarayı eviniz ya da işe giderken kullandığınız yol olabilir. Aşina olduğunuz bu yer, bilgiyi kaydedip gerekli gördüğünüzde kullanmak üzere oradan çıkaracağınız mekandır.

Hafıza Sarayı Nasıl Oluşturulur?

1- Mekanını (Sarayını) Seç

Öncelikle çok iyi bildiğiniz bir mekanı seçin. Bu mekanı ne kadar iyi tanıyorsanız ve görselleştirme yoluyla bu mekan içinde rahat gezeceğinize ne kadar eminseniz, bu tekniğin etkisi o kadar fazla olacak demektir. Zihninizin gözleriyle kolaylıkla her ayrıntısını görebileceğiniz bir yer olmalı. Bu kriterlere göre ilk akla gelen yer, evinizdir. Depolayacağınız bilgiler çok ise, çok zeki veya çok bilgili bir insan iseniz eğer, evinizi hafızanızda genişletebilir, ya da farklı odalar eklemek zorunda kalabilirsiniz. Çünkü her hatırayı ve bilgiyi bir eşya veya sembol ile ilişkilendireceksiniz ve düzenli bir sırayla dizeceksiniz.

Seçtiğiniz mekanın sadece statik bir görüntüsünü değil, farklı açılardan ve perspektiflerden görünümünü, mekanı çeşitli rotalarda gezdiğinizde nelerle karşılaştığınızı gözlerinizin önüne getiriyor olmanız gerek. Bu, tekniği güçlendirerek, hafızanıza aldığınız bilgileri belirli bir sırada hatırlamanızı kolaylaştırır.

Yaşadığınız şehirdeki meşhur ve işlek caddeler, işe ya da okula giderken kullandığınız sokaklar, şu anki ya da geçmiş yıllardaki okulunuzda sınıfınızdan kütüphaneye giderken izlediğiniz yol, iş yerinizde sizin masanızdan patronun odasına uzanan patika… Tüm bunlar Hafıza Sarayı’na örnek olabilir.

2- Ayırtedici Özellikleri Listele

Şimdi seçtiğiniz mekanın belirleyici özelliklerini belirleyip bunlara konsantre olma zamanı! Mesela, dışarıdan evinizin içine uzanan yolu seçtiyseniz, karşınıza çıkan ilk şey muhtemelen sokak kapısı olacaktır. Devam edin ve sırasıyla neler gördüğünüzü inceleyin. İlk odada neler var mesela? Odayı metodik olarak analiz edin, örneğin soldan sağa, sırasıyla objeleri gözden geçirin. Dikkatinizi çeken bir şey var mı? Oturma odasındaki orta sehpa ya da duvardaki güzel bir tablo olabilir. Bu işlem süresince zihinsel notlar tutun. Bunlar daha sonra bilgi parçalarını depo etme konusunda size yardımcı olacak olan “Hafıza Odacıklarıdır”.

3- Mekanını Zihnine Yerleştir

Tekniğin %100 etkili olması için mekanı olabildiğince her detayıyla zihninize yerleştirmeye çalışın. Eğer görsel yetenekleri gelişmiş bir insansanız, bunda zorlanmayacağınızı söyleyebiliriz. Değilseniz işte size birkaç ipucu:
  • Mekanı, detayları sesli şekilde tekrarlayarak gezin.
  • Önemli noktaları bir kağıda yazın, bu noktaları gözünüzün önünde canlandırarak yüksek sesle tekrar edin.
  • Aklınızda tutmaya çalıştığınız ayrıntılara hep aynı açıdan bakın.
    Mekanı zihninize yerleştirdiğinizden emin olduğunuzda Hafıza Sarayınız kullanıma hazır demektir.
4- İlişkilendir

Şimdi sarayınızın kralı/kraliçesi sizsiniz! Onu istediğiniz gibi kullanabilirsiniz. Hafıza Sarayı tekniği görsel ilişkilendirme yoluyla kullanılır. Süreç son derece basit: Mekandaki bir imajı ele alın. Bu sizin “Hafıza Çiviniz” olacak. Bu imajı, hafızanıza almak istediğiniz şeyle ilişkilendirin. Her “Hafıza Çivisi” Hafıza Sarayımızın ayırt edici bir özelliğidir.

Görsel ilişkilendirme yapmanın yöntemleri vardır: Çılgınlaştır, renklendir, garip-olağandışı hale sok, tersyüz et… Bu özelliklere sahip şeyler daha kolay hatırlanır, öyle değil mi? Hafıza Sarayınız olan mekanı gerçek hayatta eşi benzeri olmayacak denli özgün ve özel kılmaya çalışın.

İsterseniz size örnek olması amacıyla basit bir bilgiyi hafızamıza yerleştirmeyi deneyelim. Mesela alışveriş listesi… İlk malzememiz domates olsun. Zihinsel olarak kendinizi Hafıza Sarayınız olan mekana transfer edin ve giriş kapınızı gözünüzün önüne getirin. Şimdi domates ile giriş kapısını ilişkilendirin. Örneğin kapı koluna asılmış kıpkırmızı domateslerin olduğu bir fileyi hayal edin ve taze domateslerin mis gibi kokusunu hissedin. Domateslerle giriş kapısını ilişkilendirdiğinize emin olduktan sonra yürümeye devam edin. Önceden zihninize kaydettiğiniz sıradaki obje ile listenizdeki bir başka malzemeyi ilişkilendirin.

Örneğin, karşınıza çıkan ilk odadaki evlilik fotoğrafınızla yumurtayı özdeşleştirebilirsiniz. Gelinin elinde tuttuğu kocaman çiçek demetinin içinde yumurtaların olduğunu hayal edebilirsiniz. Bunlar sadece benim sunduğum örnekler. Farklı ilişkilendirmeler yapmak sizin hayal gücünüze kalmış. Bu yöntemi kullanarak listenizdeki diğer malzemeleri de sırasıyla Hafıza Sarayınıza yerleştirebilirsiniz.

Mesela bir arkadaşınızın doğumgününü hatırlayacaksanız, örneğin doğumgünü 19 Haziran ise, 19 Haziran, sizin sokağınızın ismi veya kapı numaranız, zil üstündeki adınız olsun. Sadece Hafıza Sarayı’na girdiğinizde değil, gerçek hayatta da evinize girerken, sokağınızdan geçerken bu bilgi aklınıza gelecektir ve zamanla ister istemez etiketlediğiniz her bilgi kendini size hatırlatacaktır.

5- Sarayını Ziyaret Et

Bu aşamada tekniğe alışmak için Hafıza Sarayınızda baştan sona bir gezi yapacaksınız. Tabi ki zihninizde…

Sarayınızdaki objeleri sırasıyla gözünüzün önüne getirdiğinizde, hatırlamak istediğiniz ve bu objelerle ilişkilendirdiğiniz bilgiler de aynı sırayla aklınıza gelecektir. Son objeye geldiğinizde geri dönün ve bu kez de hatırlamak istediklerinizi sondan başa saymaya çalışın. Ne kadar çok pratik yaparsanız ustalaşmanız ve hatırlayışınız o kadar kolay olacaktır.

Kaynakça

Luciana Passuelloon,
Melik Duyar — Mega Hafıza
www.cikarimyapmabilimi.com
www.hafizasarayi.org
www.gencgelisim.com
Arthur Donan Coyle — Sherlock Holmes (Kitap Serisi)
Thomas Harris- Hannibal

İçgüdünün Diğer Nesillere DNA ile Aktarılması (Kişiliğinizin Temeli)

Bu yazıda, İçgüdülerimizin, bilinçaltımızdaki kayıtlı bir çok şeyin, hoşumuza giden ve korktuğumuz bir çok şeyin, yani karakterimizi oluşturan özelliklerin büyük bir kısmının bize önceki atalarımızdan DNA yolu ile nasıl aktarıldığı konusunu ele alacağız. Neden bazı şeyleri otomatik olarak yapıyor, korkuyor veya seviyoruz? Bilimsel olarak bakarsak; bu yazıda da göreceğiniz gibi daha önceden yaşamış olan atalarımızdan bize geçmiş olan genetik bir çok şey, bizim kimliğimizi oluşturuyor. Bazı dini inançlar ise buna, “Önceki hayatlarınızdan kalma kaydolmuş anılar ve travmalar.” diyor..

Bütün canlılar için biyolojik olarak 2 amaç vardır: hayatta kalmak ve üremek. İnsan için bu durum biraz daha karmaşık. Çünkü hayatta kalma yolumuz diğer canlılara göre daha farklı. Sadece beslenmek ve üremek yetmiyor bize. Ancak bu konuyu başka bir yazımda aktarmıştım zaten. Kısacası bu, hiç de kolay bir görev değildir, birçok yazımda değindiğim seçilim mekanizmalarına karşı mücadele etmeyi gerektirir. Üstelik doğanın şartlarından ötürü, bu mücadele, en az enerji harcayacak şekilde yapılmalıdır (bkz: trade-off ilkesi). İşte bu yüzden, genler canlıların davranışlarında belirleyici bir rol üstlenmektedir. 

Bir davranışı genetik taban ile sınırlandırmanın artıları ve eksileri vardır. 
En büyük artısı, enerji bakımından çok ciddi bir fayda sağlamasıdır, çünkü ne olursa olsun o davranışın sergilenmesi hedeflenir. En büyük eksisi ise, alışık olunmayan ya da seçilim süreci boyunca genlerin tepki vermek üzere özelleşmediği durumlarda, canlıya dezavantaj sağlayabilecek davranışların uygulanmasıdır. Yani içgüdüsel davranışlar, sabittirler ve çevreden çok az etkilenmeye meyillidirler.

Evrimsel süreç, buna da bir çözüm bulabilmiştir. Farklı durumlarda farklı içgüdüsel davranışlar sergileme yoluna gidilmiş, böylece farklı durumlar karşısında en doğru tepkiyi verebilenlerin hayatta kalmasıyla, ortama en adaptif durumlara ulaşılabilmiştir. Fakat bu yazı bir evrim yazısı olmadığı için bu konulara çok girmeyeceğim. Biyoloji okuyan arkadaşlar o yüzden “aa bundan niye bahsetmedin?“ diye sorabilirler. Sormadan söylemiş olayım.

İçgüdüsel davranışlar dendiğinde, akla sadece otomatiğe bağlanmış davranışlar gelmemelidir. Çünkü içgüdüsel davranışların tetikleyicisi kimi zaman algısal/düşünsel zeka olabilir. Yani bir canlı, algısal zekasını kullanarak bir karara varabilir ve bu kararın sonucu, içgüdüsel bir davranış olabilir. Tam da mantıklı olacak şekilde, içgüdüsel davranışların büyük bir kısmının, düşünsel zeka ile tetiklendiği keşfedilmiştir. Meşhur bir örnek olarak, yumurtadan çıkan Caretta caretta türü kaplumbağaların denize gitme içgüdüsü verilebilir. Bu içgüdü, evrimsel süreçte kazanılmıştır. Ancak bu içgüdünün tetikleyicisi, her içgüdüsel durumda olduğu gibi, duyu organlarından alınan bilginin biyokimyasal süreçlerle işlenmesi sonucu üretilen tepkidir.

Yukarıda bahsettiğim İnsan ve Hayvan zekası arasındaki fark hakkında beyin denen organımız hakkında ilginç bilgileri kaleme aldığım ayrıntılı başka bir yazı için bkz: Buraya tıklayınız.

Ayrıca beynimiz, loblarımız ve bizi insan yapan şeyler hakkında daha ayrıntılı ikinci bir yazı içinse bkz: Buraya tıklayınız.

İçgüdülere dönersek… Kimi zaman içgüdüler düşünsel zekaya dayalı olmadan, çevresel faktörlerle tetiklenmektedir. Örneğin bazı martı türlerinin dişilerinin yetişkinlerinin gagalarında kırmızı bir nokta bulunur. Yavrular, bu noktayı gagalarlar (ki bu içgüdüsel bir davranıştır ve genlerle belirlenir) ve bu gagalama, annenin beynini uyararak midesinde sakladığı yiyecekleri dışarı çıkarmasına (kusmasına) ve yavrusuna yedirmesine yarar. Yavrular, bu gagalamayı düşünerek yapmazlar, beyinlerindeki biyokimyasal tepkimeler, kırmızı noktayı gördükleri anda bu şekilde bir davranış göstermesine sebep olur (kırmızı noktayı görmekten kaynaklanan sinirsel bilgiler, beyni tetikler ve buna göre bir davranış oluşturacak şekilde genler okunur). Yapılan deneylerde, anne gagası olmamasına rağmen, herhangi bir cismin üzerindeki benzer kırmızı noktaları da gagaladıkları ortaya çıkarılmıştır.

Atlanta’daki Emory Tıp Fakültesi’nde yapılan bir araştırma, DNA’da oluşan kimyasal değişimler yolu ile bazı bilgilerin biyolojik olarak aktarılabilmesinin imkanı olduğunu göstermektedir. Yapılan testler süresince denek olarak kullanılan fareler bir sonraki nesle, edindikleri travmatik ya da stresli deneyimlerini aktardıklarını göstermiştir.
Dolayısıyla her içgüdünün arkasında fizyolojik bir sebep vardır ve bu sebep, deneysel metotlarla ortaya çıkarılabilir.

İçgüdüler, genel olarak karşımıza Sabit Hareket Desenleri (Fixed Action Pattern) olarak çıkmaktadır. Sabit Hareket Desenleri, belirli durumlar karşısında gösterilen belirli davranışlar zinciridir. Bu, içgüdünün bir diğer tanımı olarak görülebilir. Örneğin kuşların çiftleşme mevsimlerinde yaptıkları danslar, her zaman aynı şekilde yapılmaktadır ve tamamen sabit hareketler zinciri şeklindedir. İşte bu bir Sabit Hareket Deseni’dir ve bu hareketlerin oluş sırası, genetik kaynaklarla belirlenmektedir. Bunun getirdiği avantaj, yukarıda belirttiğimiz gibi tek bir genetik materyal üzerinden, biyolojik amaçlardan biri olan üremenin başarısının maksimuma çıkarılabilmesidir. Dediğim gibi, bunlar Evrim Mekanizmaları’na tabi davranışlardır; örneğin dişilerin en beğendiği hareketler zincirine sahip bireyler avantajlı olacaklardır.

İşte bu mekanizmalar sonucunda içgüdüler popülasyon içerisinde sabitlenirler ve yavruların büyük bir kısmı doğuştan itibaren bazı davranışları sabit olarak gösterirken, yetişkinlerin de büyük bir kısmı ömürleri boyunca farklı durumlar karşısında farklı sabit davranışları gösterebilmektedir. Çevre koşulları sabit tutulduğu sürece, bu davranışı sergileyemeyenler eleneceği için, canlıya avantaj sağlayan içgüdülerin, daha doğrusu bu içgüdülere sebep olan genetik materyalin seçilimi, Evrim’e sebep olmaktadır.

Yapılan deneylerden birinde, örnek vermek gerekirse, denek olarak kullanılan farelere ne zaman gül kokusu koklatılsa, hemen sonrasında şok verilerek acı çektirilir. Bu birkaç kez tekrar edildikten sonra, fareler artık otomatik olarak ne zaman gül kokusu alsalar, şok verilmese bile korkmaya ve kaçışmaya başlarlar. Çünkü acı çekeceklerini düşünürler. Bu kabul edilebilir, ancak bu deneylerin sonunda görüldü ki, bu farelerden doğan yeri fareler, onlara hiç gül kokusu koklatılıp şok verilmediği halde, gül kokusu kokladıkları zaman korkmaya ve paniklemeye başlamıştır. 

Bu çok basitçe, atadan gelen bir çok şeyin sizin bünyenize kazındığını ve hareketlerinizde etkili olduğunu gösterir. Tabii ki ben bu alışkanlık ve korkunun sadece bir nesilde değil, yıllarca tekrarlanan bir deney sonucu doğan bilmem kaçıncı nesilde kendini göstermeye başladığını da belirtmek durumundayım. Yoksa işler öyle tek seferde gelişiyor olsaydı her doğumda farklı adaptasyonlar görmemiz gerekirdi.

Emory Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nden Dr.Brian Dias’a göre; 

“Dönüşümsel bakış açısından, bizim sonuçlarımız ebeveynlerin deneyimlerinin, sonradan gelen nesillerin, hatta hamile kalmadan önce, sinir sistemlerindeki hem yapıyı hem de fonksiyonlu önemli derecede etkilediğini anlamamızı sağlıyor. Bunun gibi bir fenomen, fobiler, endişe, ve post-travmatik stress bozuklukları gibi nöropsikiyatrik rahatsızlıkların etiyoloji-nedenbilim ve potansiyel aktarım riskine katkıda bulunabilir.”

Bu deneyimlerin beyinden genoma bir şekilde aktarıldığı, ve daha sonraki nesillere geçtiği gözükmektedir.

Araştırmacılar, daha ilerki çalışmalarında öncellikle DNA’daki bilginin nasıl depolandığını anlamaya yer vermeyi umut ediyorlar.

Londra Üniversitesi’nden çocuk genetisyeni Profesör Marcus Pembrey, bu çalışmanın hafızanın biyolojik aktarımı için inandırıcı bir kanıt sunduğunu ifade ediyor ve şunu ekliyor: “ Bu çalışma, fobiler, endişe, post travmatik stres bozuklukları ve ataların deneyimlerin yer aldığı hafızasının bir sonraki nesile aktarılması ile oldukça ilgili bünyesel ve esaslı bir korkunçluğa işaret ediyor ve şunları söylüyor:

“Halk sağlığı araştırmacılarının insan kuşaklararası tepkileri ciddiye almalarının tam zamanı. Genel anlamada çok kuşaklı, çok aşamalı yaklaşım olmadan nöropsikiyatrik rahatsızlıkları ya da obeziteyi, şeker hastalığını ve metabolik bozuklukları anlayamayacağımızı düşünüyorum.”

Cambridge Babraham Enstitüsü’nden Epigenetik Bölüm Başkanı Profesör Wolf Reik, bunun gibi sonuçların insanlara uygulanması için daha ileri çalışmalar yapılması gerektiğini şu şekilde ifade ediyor:

“Epigenetiğin aracılık ettiği kuşaklararası mirasın mevcut olduğunu gösteren bu tarz sonuçlar ümit verici ve heveslendiricidir. Ancak, bu bulguların insanlar üzerindeki etkisini ortaya koymak için daha dikkatli mekaniksel hayvan model çalışmaları yapılmalıdır. Bizim bulgularımız davranışsal, nöroanatomiksel ve epigenetik seviyede çevresel bilginin nasıl kuşaklararası aktarıldığını işaret eden bir çatı oluşturuyor.”

DNA, atalarımızdan bize aktarılan genlerdeki sipiritüel ve mistik hafızayı taşıyor olabilir mi? Sipiritüel evrim genetik dizim içerisinde bozulup, bir sonraki nesle taşınıyor mu? İşte, bu sorulara cevap verecek bilimsel bir taslağa artık sahibiz.

Tüm bunlar ele alındığında, insanın diğer hayvanlardan hiçbir farkı olmadığı kolayca görülebilir. (İdrak kabiliyeti ve şahıslık olgusu hariç bırakılırsa) Her hayvanın davranışları, içgüdüler ile düşünsel zekaya dayalı davranışların bir karışımıdır. Canlılar, öğrenirler, hatırlarlar, bilirler ve uygularlar. Bunu, zekaları dahilinde yaparlar. İnsan, bu konuda diğer canlılardan birkaç adım öndedir. Bu da ona birçok avantaj sağlamaktadır (ki bu yüzden Evrim Mekanizmaları tarafından desteklenmiştir). Bu evrimin yan etkilerinden biri, davranışlardaki karmaşıklaşmadır. Ancak Evrimsel Biyoloji ve davranış bilimleri sayesinde, hayvanların davranışları çözüldükçe, insanların karmaşık davranışlarının kökenleri ortaya çıkarılabilmekte ve bilim kararlı adımlarla gerçeklerin üzerine yürümeye devam edebilmektedir.

Peki ya bilimin çok ilerlediğini, ve bir gün bir kişinin hatıralarına kadar bir çok şeyi bilinçli olarak aktardığınızı düşünseniz? bu tabiki size bilimkurgu gibi gelecektir ama eğer ileride fiziksel açıdan gelişmiş bir robot yaparsak, ve bu robota yapay bir beyin eklersek (Ki bu konuda çalışmalar sürmektedir. 

Bkz: Yapay Beyin Yaratma Projesi) ve ona içgüdüler eklersek sizce neler olur?

NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım benden özel izin alınmadan ve kaynak belirtilmeden hiçbir ortamda kullanılamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz. Benden özel izin almadan ve kaynak belirtmeden kullandığınız taktirde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.

Kaynakça

Yapay Beyin Yaratma Projesi (Yapay Zeka ve Frankenstein Deneyi)

Diğer adıyla "Blue Brain Project"

Beynin, biz insanların şimdiye kadar karşılaştığı en karmaşık organ/yapı olduğu düşünülüyor ve işin komik yani, bu karmaşıklığı düşünürken yine aynı beyni kullanılıyoruz. Bu kısır döngünün içinden çıkabilmenin bir yolu insan beynini silikon tabanlı bir ortamda simüle etmek olabilir, böylece bu yapıya dışarıdan bakabilir, nasıl çalıştığına dair yeni fikirler ortaya atabiliriz. Tabi bir beynin (ya da şimdilik bir kısmının) simülasyonunu yaratmak için tek sebep bu değil: Acaba böylesi bir simülasyon, doğru şekilde yapıldığında, bilinçli ya da yarı-bilinçli (yarı: quasi anlamında) bir şeyin yaratımına önayak olabilir mi? Bu soruları artık daha sık duymaya başlayabiliriz, çünkü bir farenin beyninin bir kısmı BlueGene L süperbilgisayarında modellenmiş bulunuyor.
Ayrıca yapay beyini bir kenara bırakıp şuan doğal ve evrimsel süreçlerle gelişmiş olan kendi beynimizle alakalı bilgi edinmek isterseniz bkz:


Nevada Üniversitesi’nde konuşlanmış bilim insanlarının yaptığı bu araştırmada yaklaşık olarak 8 milyon sinir hücresi, 6300 kadar da sinaps, gerçek bir fare beyninde 1 saniyeye denk gelecek kadar süre boyunca (gerçekte 10 saniye sürmüş) simüle edilmiş. Araştırmacılar gerçek bir beyinde gördükleri fiziksel durumların bazılarını gözlediklerini bildirmişler.

8 milyon sinir hücresi, ortalama bir fare beyninde bulunan hücre sayısının yaklaşık olarak yarısı ve buna ek olarak her bir hücrenin 8 bine kadar sinaps yaptığı biliniyor. Ayrıca, beyin sadece bir hücre kümesi değil, kendi içinde yapısal farklılıkları bulunan, 3-boyutlu bir organ. Ancak araştırmacılar da bunun farkında ve gelecekte daha iyi deneyler yapmak için laboratuvarlarına çoktan dönmüş durumdalar.

Doğal olarak, bir de şunu soruyoruz: acaba bir insan beyni de simüle edilebilir mi? Ve öğreniyoruz ki EPFL (Ecole Polytechnique Federale de Lausanne) ve IBM çoktan bu iş için bir işbirliği içine girmişler ve Blue Brain Project’i hayata geçirmişler. Bu projenin de çok iyi gittiğini okuyor ve heyecanlanıyoruz.

Mavi Beyin Projesine Giriş: Sayısal Kedi Beyni

Bilim insanları 144 terabaytlık RAM kullanarak kedinin 1 milyar nöron ve 10 trilyon sinapstan oluşan beyin zarının benzetimini yapmayı başardılar. Kedilerin kendini beğenmişlikleri hâlâ bir sır perdesi olarak duruyor ama bilim insanları 144 terabaytlık işleyen belleği sayısal kedi beynine çevirebilecek bir süper bilgisayarla kedi beyninin benzetimini yaparak bu sır perdesini aralayabilir.

IBM ve Stanford Üniversitesi’nden araştırmacılar, bir kedinin beyin zarını Mavi Gen (Blue Gene) isimli dünyanın en güçlü dördüncü süper bilgisayarını kullanarak modellediler. Bu araştırmacılar 2007′de fare beyninin tümünü ve yıl içinde de insan beyin zarının %1'inin benzetmelerini yapmışlardı.

Sayısal kedi beyni, gerçek kedi beyninden yaklaşık 100 kat daha yavaş çalışıyor. Fakat Mavi Madde (Blue Matter) adını verdikleri yeni bir algoritma sayesinde IBM araştırmacıları, insan beynindeki zar ve zarın altındaki bağlantıların şemasını çıkarabildiler. Bu bilgilerin ışığında 1 milyon beyin hücresi ve 10 trilyon nöron arasındaki bağ olan sinapslardan oluşan kedi beyin zarının benzetimini yaptılar.
İsviçreli bilim insanlarından oluşan başka bir grup da IBM’in süper bilgisayarını kendi projeleri olan sayısal fare beyninin nöronlarının kendi kendine nörolojik özellikler edinmeye başladığı Mavi Beyin Projesi” için kullandılar. Grup, yakında insan beynini de taklit edebilmeyi umuyor.

Stanford Üniversitesi’nden diğer bir özgün adım ise insan beyninin darmadağınık, düzensiz yapısını “Neurogrid”dedikleri ufak bir aletle oluşturmaya çalışmalarıyla atılıyor. Neurogrid, alışılmış süper bilgisayarların aksine insan beyninin kullandığı kadar az enerjiyle çalışabilecek.

Yapay Beyin Projesi Ne Zamana Kadar Tamamlanabilir?

Teknolojinin hızına erişmek mümkün değil. Daha 20 yıl öncesinde bugünkü cihazların pek çoğu hayatımızda yokken, bugün hepsi günlük yaşamın vazgeçilmezleri arasına girdiler. Teknolojinin hızının katlanarak artması her yeni haberde şaşırmamıza neden oluyor. Markram, yapay bir şekilde üretilmiş insan beyni için sadece 10 yıl gerektiğini açıklamıştı. (Bu açıklama 2008'deydi. Yani bu yıl içerisinde bu projeyi bitirebilmeleri gerekiyor)

Oxford’daki teknoloji konferansında bir araya gelen bilim insanları onun açıklamalarıyla şaşkına dönmüştü. Doktorluktan bilgisayar mühendisliğine geçen profesör Henry Markram, ekibinin 2018 yılına kadar dünyanın ilk bilinçli yapay zekasını hayata geçireceğini iddia etmişti ve şimdi ekibiyle birlikte bunun için çalışıyor. 

Bilinçli ve zeki bir yapay beyin oluşturmayı amaçladıklarını söyleyen Markram, bu beynin düşünebilecek, hissedebilecek ve aşık bile olabileceğini söylüyor. Bunları ne kadar başarabilirler orası şüpheli, ancak, en azından böyle bir şeyi denemeleri bile bilim dünyası için çok önemli.

Bu Projeye Mavi Beyin (Blue Brain) adı verilmesinin nedeni, IBM’in gelişmiş karmaşık bilgisayarlarının takma adının Büyük Mavi (Big Blue) olması. Çünkü bir farenin beyninin bir bölümü, bunlardan biri olan BlueGene/ L süperbilgisayarında modellenmiş bulunuyor.

Gerçek Frankenstein deneyi” diye nitelenen, “Mavi beyin” adlı proje için Prof. Markram, şunları söylemişti:

“2018 yılına kadar bilinçli ve zeki yapay beyin yaratmayı amaçlıyoruz. Yaratacağımız beyin, düşünecek, hissedecek ve hatta aşık olacak. Projemize daha şimdiden karşı çıkılıyor ancak bu proje sayesinde insanın öğrenme yetisinin ve zekasının gelişeceği göz ardı edilmemeli.”

Size başka bir yazımda “İçgüdünün Dna İle Aktarılması” konusunu anlatmıştım. (Bkz: Buraya tıklayın) Başka bir yazımda ise hafızanın, beynin belli kayıtlarının aktarılabileceğinden bahsedeceğim. 

Daha daha başka bir yazımda ise klonlamalardan bahsedeceğim. (Klonlama ile ilgili yazıyı çoktan paylaştım. Bkz: Buradan ulaşabilirsiniz.) Sanırım nereye doğru gittiğimizi anladınız…

Başlangıçta Mavi beyin projesinin önündeki en büyük engel, finansal kaynaktı. Ancak İsviçre hükümeti ve IBM şirketi bu çalışmaya destek verdi. Prof. Markram’ın hesabına, milyonlarca Euro adeta aktı. Prof. Markram, “Hedefimize ulaşacağımıza inanıyorum. Bu gerçekleştiğinde, akıllı yapay beyin özellikle tıbbi araştırmalarda kullanılacak” şeklinde iddialı konuşuyordu. Bakalım ne olacak? Eğer bu başarılabilirse kanser, tümör ve birçok hastalığa çareyi bu yapay beyin üzerinden deneme-yanılma yoluyla bulabilirler. Ancak eğer bu yaratılan beyin gerçekten de bir insan kadar “bilinçli” olursa, işte o zaman ahlaki sıkıntılar doğacak ve büyük bir protestoyla karşılaşacağız, şüphesiz.

Şu anda başarılı bir şekilde bir fare beyninin elementlerinin simüle edildiğini açıklayan Markram, işi büyütüp insan beyni üretmek için çok beklememiz gerekmeyeceğini iddia etmişti. Aslında vakit çoktan gelmiş olmalı. Profesör Markram, üretilecek olan sentetik insan beyninin özellikle zihinsel sorunları anlamak konusunda büyük bir aşama olacağını da sözlerini ekledi. Fakat bu konuyla ilgili en büyük sorun Mavi Beyin Projesi olarak adlandırılan çalışmanın gerektirdiği büyük alt yapı. Yapay insan beyninin her bir nöronun ayrı bir bilgisayar tarafından incelenmesi gerektiğini ve bu da çok ciddi bir bilgisayar ağı ihtiyacını ortaya çıkardığını söyledi.

Markham’ın modeli elektronik olarak gerçek bir beynin biyolojik davranışlarını yansıtacak. “Beynin mikrodevresini üretmeyi başardık“ diye konuşan Markham, “Bundan sonra yapacağımız tek şey bu modelin ölçeğini büyütmek“ diyor.

Markram’ın ‘Blue Brain’ (Mavi Beyin) projesi, bilim tarihindeki en olağanüstü çabalardan biri. 47 yaşındaki Güney Afrikalı İsrailli profesör başarılı olursa, bu, ilk kez Mary Shelley’in kaleme aldığı ‘Frankenstein’ romanında hayal edilmiş olan asırlık fantezinin hayata geçirilmesinin eşiğinde olduğumuz anlamına geliyor. Ne ilginç bir tesadüf ki, Frankenstein romanı da halihazırda bu bilimsel uğraşın gerçekleştiği yerin birkaç kilometre uzağında kaleme alınmıştı.

Deneyin başarıya ulaşması halinde felsefi, ahlaki ve etik tartışmaları patlak vermesi ve bu durumun tüm insanları, insanlığın gerçekten ne anlama geldiğiyle yüzleşmek zorunda bırakması bekleniyor.

Markram, “2018’e kadar bunu yapacağız. Çok paraya ihtiyacımız var, ama bunu ayarlıyorum. Dünyada benim kullandığım kaynaklara sahip olan az sayıda bilim insanı var” demişti. Kaçınılmaz olarak Markram’ın yapmaya çalıştığı şeye kuşkuyla bakanlar da var. Ama eleştirenler bile genel olarak Markram’ın bir şey üzerinde çalıştığını ve en önemlisi bunun için kaynağa sahip olduğunu biliyor. Markram’ın Lozan’daki Ecole Polytechnique’teki Brain Mind Enstitüsünde bulunan laboratuvarına on milyonlarca euro’luk fon aktı bile. Sponsorlar arasında İsviçre hükümeti, AB ve bilgisayar devi IBM’in de aralarında bulunduğu özel şirketler bulunuyor.

Markram, yaratmaya çalıştığı yapay zekanın insan beyninin seviyesine ulaşacağında ısrarlı. Ancak dediğinde göre amacı sayısız bilim kurgu filminde gösterilen sadık hizmetkar robotlar yaratmak falan değil. Gerçek robotlara bilgisayarlar aracılığıyla yürüme ve konuşma gibi niteliklerin kazandırabileceğini belirten profesör, son tahlilde bunların bulaşık makinesinden daha zeki olmayacağını belirtiyor ve bu oyuncakları ‘arkaik’ diye niteliyor. Markram, bunun yerine, gerçek bir insan ya da en azından gerçek bir insanın en önemli ve en karmaşık parçası olan zihni olmasını umduğu bir şeyi yaratmaya çalışıyor. Bir beynin yaptıklarını kopya etmeye çalışmak yerine biyolojik olarak beynin kendisiyle işe başlıyor.

Uygulanan Yöntem Nedir?

Beynimiz nöron adı verilen sinir hücreleriyle dolu. Bunlar miniskül elektriksel impulsları kullanarak birbirleriyle iletişim kuruyor. Projede kadavra üzerinde karmaşık kesim işlemlerinin gerçekleştirilmesi suretiyle beyindeki bu sinir hücrelerinin bağlantılarının anlaşılması ve bir bilgisayarda hayata geçirilmesi amaçlanıyor. Yani beynin işlemlerinin kopyasının veritabanı olarak bilgisayara aktarılması planlanıyor.

Proje, ‘gerçek bir beyin modeli yapılırsa, bu modelin gerçek bir beyin gibi hareket etmeye başlaması sağlanabilir‘ düşüncesine dayanıyor. Markram bunun için korkunç bir işkence aletine benzeyen bir makine kullanıyor. Bu makineyle ölü fareye ait beynin en ince parçalarına ayrılması sağlanıyor. Daha sonra bu bağlantıların haritası çıkarılıyor ve bunlar bir bilgisayar kodu haline getiriliyor.

Bu proje başarıya ulaşır mı bilinmez, ama başarıya ulaşması durumunda bilim dünyasında bir çığır açacağı muhakkak. Blue Brain ekibi başarılı olursa, bilim adamları ilk kez insan beyninin anlamlı fiziksel bir modeline sahip olacaklar. Bu aşamada şu soruya yanıt aranacak: “Beynin tüm işlevlerine sahip sanal bir beyin kendi düşüncelerini yaratacak yeteneğe sahip olabilecek mi?”.

Markham bu konuda henüz kesin bir şey söyleyemiyor. Ancak Blue Brain’in kendi kararlarını vermesini bekliyor. Bunun da bilinçin yaratılması anlamına geldiğine işaret eden Markham, “Tüm beyni inşa ettiğimiz zaman, eğer bilinç ortaya çıkarsa, bilinci sistematik olarak inceleme şansını elde edeceğiz“ diyor.

Projeyi yürüten doktorlardan Henry Makram’ın geliştirdiği bir yapay beyin ilk olarak robot farelere takılmış ve robot farelerde normal farelere benzer tepkiler görülmüştü.
Markram, İngiltere’nin Oxford kentinde düzenlenen bir konferansta yaptığı konuşmada sentetik insan beyninin özellikle akıl hastalıklarının tedavisinde kullanılabileceğini söyledi. Ayrıca dünyada yaklaşık iki milyar kişinin beyninde bir tür sorun olduğuna da dikkat çekti. Mavi Beyin Projesi memelilerin beynine ters mühendislik tekniğini uygulamayı amaçlıyor. Markram ve ekibi çalışmalarını özellikle memelilerin beyninde neokorteks olarak bilinen ve işitme ve görmeye ait olan bölge üzerinde yoğunlaştırıyor.

Bu proje başarıya ulaştığı takdirde, insanlar kendi elleriyle bir “şey” yaratmış olacaklar. Buna din adamları ve dünya ne gözle bakacak bilinmez ancak, bilim açısından çok büyük bir gelişme olacağı açık. Klonlama deneyleri, zihin transferi deneyleri, içgüdü kodlama deneyleri, yapay beyin projeleri, çok işlevli robot tasarlama yolunda atılan adımlar bize sanırım bu yüzyıl içerisinde bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz türden bir varlık ile karşı karşıya getirebilir. Bahsettiğim ve henüz bahsetmediğim bir çok araştırma ve proje hakkında paylaşımlara devam edeceğim, takipte kalın.
Keyifli okumalar..

NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım benden özel izin alınmadan ve kaynak belirtilmeden hiçbir ortamda kullanılamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz. Benden özel izin almadan ve kaynak belirtmeden kullandığınız taktirde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.

Kaynaklar