19 Kasım 2018 Pazartesi

Sevr’den Lozan’a, Lozan’dan Cumhuriyete

Bu yazıyı hazırlamamdaki başlıca sebep etrafta çok fazla hurafe ve yanlış bilginin dolaşıyor olmasıdır. Öyle ki, sahte tarihçiler ve yalancılar Sevr’i yüceltip de Lozan’ı küçülterek, bazı iftiralar atarak Cumhuriyet’in değerini düşürmek ve Osmanlıcı zihniyeti halka yeniden aşılamak niyetindedirler. Mâlesef bizim okumaktan çok dinlemeyi seven, kendi aklını kullanmaya korkup da başkasına emanet eden birtakım zavallı vatandaşlarımız da, sanki dünden razıymışçasına buna ses çıkarmayarak, hatta destekleyerek şapka (ya da fes mi demeliyim?) tutmaktadırlar.
Ancak ben bu yazımı hazırlarken, genelde yapıldığı gibi Sevres Maddeleri ile Lozan Maddelerini kıyaslamak yolunda ilerlemeyeceğim. Çünkü bu çeşit bir çok yazı hazırlanmış bulunuyor zaten. Mâlesef insanlarımız bunları görmezden geliyor, ya da bir şekilde “12 Adaları sattılar!” gibi saçmalıkları gerçek kabul etmek istiyorlar. Halbuki 12 Adalar mevzusunun bu iki anlaşmayla da alakası yoktur. O yüzden ben burada başka bir tutum izleyeceğim. Hani “Dünya Liderliği” bizde ya; bütün dünya bize saygı duyuyor, önümüzde eğiliyor ya; bakalım Sevr zamanı ne kadar, Lozan’da ne kadar eğilmişler biraz onu tartışacağız… Aslında şuan, yaklaşık 40 küsür kitap ve ayrıca çeşitli 100 kadar kaynak ile hazırlamaya başlamış olduğum, uzun süredir çalışmalarımı sürdürdüğüm ve görünen o ki bir iki sene daha bu çalışmaları bitiremeyeceğim, 3–4 ciltlik bir Mustafa Kemal projesi hazırlamaktayım. O yüzden, bu tip konular hakkında şimdiden pek bir yazı paylaşmayı düşünmüyordum. Fakat, Sözcü Gazetesi’nde gördüğüm bir haber bana ilham kaynağı oldu. “Neden bu konuyu ele almayayım?” dedim. O yüzden kısaca bir yazı hazırladım ve bunu sizinle paylaşmaya karar verdim. Umarım at gözlüğü ile değil de, Objektif bir şekilde okuyabilirsiniz…

Sevr Zamanı Osmanlı’nın Gördüğü Saygı

İşgal yıllarında Batılı emperyalist ülkeler, her fırsatta Osmanlı temsilcilerini aşağılardı. Bildiğiniz üzere bir ara İstanbul, resmen işgal edildi. 15 Mayıs 1919'da da Yunan İzmir’e çıkmıştı. Hemen arkasından 1 Haziran 1919'da da, Paris Barış Konferansı’na bir Osmanlı heyeti gönderildi. Damat Ferit Paşa (Dönemin Başbakanı) başkanlığındaki heyet, 6 Haziran 1919'da bir Fransız zırhlısıyla yola çıkıp, 12 Haziran 1919'da da Paris’e vardı. Ancak Osmanlı heyeti için herhangi bir karşılama bile yapılmadı. Fransız gazetelerinin anlatımıyla, “Fransız Dışişleri Bakanlığı’nın sıradan bir memuru, Osmanlı heyetine yol gösterdi.”
Heyete öteki devletler de küçültücü davranışlarda bulundular. Damat Ferit, İmparatorluğun korunmasını ve sanki 1. Dünya Savaşı’nı kaybetmemişler gibi muamele yapılmasını istedi. Hatta biraz hayal ile karışık isteklerde bulundu. Kaybedilen toprakların bile iade edilmesini istedi.
İttifak Devletleri de, bu isteklerle çok sert alay ederek, koskoca(!) Osmanlı’yı şamar oğlanına çevirdiler. Artık haklı mıydılar, değil miydiler orasını sizin yorumunuza bırakıyorum. Neticede ülkemizde köleliği bile kendisine yakıştırabilen insanlar var.
İngiliz Dışişleri Bakanı Bolfur, Damat Ferit’i bir güzel aşağıladı, rezil kepaze etti. Wilson, “Mükemmel, işte layık oldukları cevap budur!” diyerek alkışladı. Fransız Başbakanı Clemenceau da öyle bir benzetmiş olacak ki, delegelerden Rıza Tevfik, özel açıklamalarında “Clemenceau bizi iyi bir haşladı…” diye aktarmıştır.
W.Wilson, 25 Haziran tarihli Dörtler Konseyi toplantısında, Türklerin kesin olarak boğazlar bölgesinden atılmalarını ve İstanbul’u tamamen terk etmelerini istedi. Damat Ferit’in istekleriyle ilgili olarak da, “Şaka yapıyorlar herhalde” diyerek alay etti. Bitmiş, parçalanmış bir devletin, hala Saltanat ve Halifelik sevdasında olmasını da, “Komik adamlar bunlar” diye yorumladılar.
Toplantı zabıtlarını tutan Paul Mantoux’un kayıtlarına göre Damat Ferit’in verdiği muhtıra okunduktan sonra, Lloyd George gülmüş, W. Wilson ise, “Ben bu kadar aptalca bir şey görmedim!” diye eklemiş. L. George, “Türklerin bu istekleri, siyasi kabiliyetlerinin ne kadar zayıf olduğunun kanıtıdır.” demiş. Konsey de, “Gerçekten bizden cevap mı bekliyor bu adamlar?” diyerek eğlenirken, Osmanlı heyetinin Paris’ten kovulmasına karar verip, Damat Ferit ve diğerlerini kapı dışarı ettiler. İşin ilginç tarafı, bütün bu aşağılamalara ve kovulmalara rağmen, Damat Ferit, İngiliz taraftarlığından hiç bir zaman vazgeçmedi.
Osmanlı heyeti uğurlanmadı, hatta yolculuklarda da birçok sıkıntı ile karşılaştılar. Örneğin pasaportlarına Fransız Teğmen Le Reverend, el koydu. Heyet İsviçre’ye de giremedi. Delegeler saatlerce sınırda bekletildiler. En sonunda bu şekilde geçen günlerden sonra perişan bir şekilde 25 Temmuz 1919'da İstanbul’a döndüler. Heyetin bu şekilde kovulması hakkında Fransız Journal Gazetesi “Ayıptır yahu” diye yazarken, Yunan Hestia Gazetesi de, “Ayıp değil, çok iyi oldu!” diye yazdı. Zaten Yunan milletinin Türk düşmanlığı, o dönemde İzmir’de Türk halkına karşı yaptıkları işkenceler, genç kızlarımıza yaptıkları tecavüzler sayesinde gayet net anlaşılabilir.
İtilâf Devletleri, istedikleri gibi İstanbul’u işgal edebiliyor, Yunan, kafasına göre İzmir’e girip, hatta daha da ilerleyerek Anadolu’ya doğru açılıyor, görüşmelere gönderilen Osmanlı heyeti, alay edilerek kovuluyor ve Türklere, tamamen çöp muamelesi yapılıyordu. Osmanlı subayları bile, kendi emri doğrultusunda hareket edemiyordu. Padişah ise, en baştaki “toprakların iadesini isteriz, bizim dedelerimiz sizi iyi öttürdü” tavrından vazgeçip, dedelerinin döneminin bittiğini anladığı an, direk ‘bari en azından kendi tahtımı koruyayım, makâmımdan olmayayım’ düşüncesine dönmüş ve gün geçtikçe, yabancı devletlerin kuklası haline gelmişti. Öyle ki, Türk Subayları ve orduları, Padişah’ın emriyle düşmana silahlarını teslim etmeye başlamışlardı.
Sevr Antlaşması sunulduğunda, açıkça görülüyordu ki Osmanlı, çok küçük bir toprak parçasından ibaret, çevresini İtilaf Devletleri sarmış, hiçbir kıyı şeridi olmayan, yapmak istediği her şeyi yabancıların iznini alarak yapmak zorunda kalan, kukla bir devlet haline gelecekti. Allah’tan içimizden şerefli, namuslu insanlar çıkıp da buna bir dur diyebilecek cesareti kendilerinde bulabildiler. Beş arkadaşın çıkıp da yaktığı bu ateş, Amasya, Erzurum, Sivas çalışmaları ile büyüyerek, zamanla halkın gözlerini açmasını ve bu aşağılık psikolojisinden kurtulmasını sağladı.
Bu adamlar hakkında yakalama emri çıkarttıran, satın aldığı hocalara, şeyhlere bu kişileri öldürenin cennete gideceğini söyleyen fetvalar verdirten Padişah içinse şimdi, “Mustafa Kemal’i Anadolu’ya o gönderdi, ülkeyi kurtarsın diye yetki verdi” diyerek çok vatanperver bir adammış gibi göstermeye çalışıyorlar. Malesef tarihimiz hakkında bir tane kitap okumaktan aciz milletimiz de, hala Padişahçı düşünceden kurtulamadığı için bu düşünceyi benimsemeye dünden razı davranıyor.

Lozan Görüşmeleri ve Cumhuriyet

İngiliz yönetimi altında yaşamayı, sırf tahtı sallanmasın diye kabul eden Padişah ve hükümet üyeleri, hâliyle onursuz ve omurgasız kabul edilerek, gittikleri toplantı ve görüşmelerde de adam yerine koyulmuyordu. Siz, size teslim olmuş ve ne yaparsanız yapın eyvallah çeken, halkını boşverip bir tek kendini düşünen yetkilileri ne kadar adam yerine koyardınız?
Hali hazırda zaten işgal edilmiş, parçalanmış bir ülkeyi ciddiye alan pek bir Avrupa devleti yoktu. Ancak, bu ülkenin içinde bağımsız, onurlu, köleliği kabul etmeyen ve kendi kaderini kendisi belirlemek, gerekirse bu yolda ölmek riskini göze almış kimseler de vardı. Bunlar, önce kendi milletini uyandırmak, diriltmek, daha sonra dış devletler ile mücadele vermek için doğru zamanı beklemek niyetinde idiler. Nitekim çabaları da yıllar süren sıkıntı ve çileler sonucu, bazı önemli muharebelerin neticesinde istedikleri saygıyı görmeye başladılar. İşte böylece, işgal edilmiş, parçalanmış, adam yerine koyulmayan bir ülkeden, tüm dünyaca tanınan ve dünyada ilk olarak emperyalizmi yenerek, bağımsızlığını kazanma yolunda her gün daha da yükselen bir ülke olarak, Sevr gibi aşağılayıcı anlaşmalardan, gerçekten bir ‘uzlaşma’ sayılabilecek bir anlaşmaya ilerlediler.
Bu anlaşma Lozan’dır. Şu günlerde, Lozan beğenilmiyor ve bu anlaşmayı imzalayan kurtarıcılar hor görülüyor olabilir. Bu, tamamen cahilliğin veya hainliğin neticesinde doğan bir görüştür. Aşağılık kompleksi ile yaşayan, kendi elinden hiçbir şey gelmediği için bir tek çamur atmak politikasını prensip edinmiş kişileri boş verip de, şu Lozan’a bir bakarsak eğer, göreceksiniz ki, dönemine ve ülkenin durumuna göre elde edilebilecek en iyi şartlar seçilmiş ve sağlanmıştır.
Lozan, şartlar göz önüne alınırsa eğer, Türk tarihinin en şerefli anlaşmasıdır. Çünkü, yenilmiş ve dibe çökmüş bir milletten, yenilenmiş ve göklere çıkmış bir millet haline geldiğimizi bütün dünyaya kabul ettirdiğimizin resmidir. Toplanıp bize saldıran, bir iki sene önce bizimle alay ederek yüzümüze tüküren devletler, şimdi bizimle, ‘adam gibi’ bir anlaşma yapmaya yanaşmış ve bağımsızlığımızı kabul etmiş oldular. Bunun sonucunda, zaten Osmanlı’nın kaybettiği Balkanlar ve Mısır gibi bölgelerin yanında devede kulak kalacak anlaşmalar imzalanarak, yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kabul ettiler.
Türkiye, cephelerdeki askerî zaferlerini, masadaki diplomasi zaferiyle taçlandırmış oldu. Bu anlaşmanın yapılmasından önce, görüşmeler için 9 Kasım 1922'de, Sirkeci’den Doğu Ekspresi ile yola çıkan İsmet Paşa, yolda 13 Kasım’da başlaması gereken konferansın bir hafta ertelendiğini haber aldı. Dolayısıyla haklı (Artık haklarını savunabilecek bir hükümet temsilcimiz var, dikkatinizi çekerim.) olarak, Le Matin gazetesine şunları yazdı:
“Bütün bir milleti, bütün bir orduyu, belirsiz bir mütareke halinde tutmak kolay değildir. Bu gecikmenin, Türk Milleti ve Büyük Millet Meclisi üzerinde ne gibi bir etkisi olmalıdır? bu soruya generallerinizden cevap beklemekteyim. Sizlerle samimi ve sıkı bir işbirliği kurmak amacındayız. Ama karşınızda bir koloni değil, hür bir millet vardır.”
Bunun üzerine Curzon ve Poincare, gecikme için ‘özür’ dilediler. Lozan’da konferans salonunda Türkiye’ye, Bulgaristan, Romanya ve Sırbistan delegelerinin oturduğu masada yer ayırıldığı gören İsmet Paşa, derhal itiraz ederek, Türk delegelerinin de, Avrupa devletleri kadar büyük bir devletin temsilcileri olduğunu söyleyerek, Fransa, İtalya ve İngiltere delegeleriyle aynı masada oturmasını sağladı.
Yavaş yavaş bu İtilaf Devletleri de, Türkiye’nin büyüklüğünü kabul etmeye başladılar. Bu çok kolay bir iş değildi elbet, daha düne kadar üstümüzde top sektiriyorlardı çünkü. Üç ay süren görüşmeler sonucunda, İsmet Paşa’ya bir barış taslağı sunuldu. İsmet Paşa, bu tasarıyı reddetti ve tasarıyı: “Sevr’in süslenmiş bir hali” diye yorumladı. Çünkü, senelerdir ezdiğiniz bir milleti, şimdi kendinize eş görmek ve saygı göstermek zorunda olmak da kolay hazmedilebilir bir iş değildir. İtilaf Devletleri, hala koparabildiklerini koparmayı deniyorlardı.
İsmet Paşa, Mustafa Kemal’in emriyle İstanbul’a geri döndü. Lord Curzon, bu davranışı “İnanılmaz!” diye nitelendirdi. İtilaf Devletlerinin 4 sene önce Osmanlı’ya yaptıklarını, şimdi Türkiye Cumhuriyeti’ne yapmanın imkanı yoktu. Türkiye, bağımsızlığını kazanmış bir ülkeydi artık. Nitekim konferans dağılır dağılmaz Mustafa Kemal, ordulara “Hazır ol!” emrini verdi. Limanlarımızda demirlenmiş yabancı savaş gemileri, derhal kovuldu. Ekonomik bağımsızlığa verdikleri önemi göstermek için İzmir İktisat Kongresi’ni düzenledi. Bunun üzerine, Türkleri daha fazla sömüremeyeceklerini anlayan Dış Devletler, 3 ay sonra Türkiye’yi tekrar Lozan’a davet ettiler. İsmet Paşa, tekrar Lozan’a gönderildi ve yine üç ay süren mücadelelerden sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu niteliğinde olan yeni bir anlaşma, yani Lozan Antlaşması’nı imzalayarak geri döndü.
Lozan, bugüne kadar, 94 yıllık kesintisiz bir dış barışı sağladı. Tabii ki bu devletler, açık açık bir şey yapamayacaklarını anladıkları için, el altından, gizlice, bazı etnik kökenleri kışkırtarak bir şeyler elde etme mücadelesine devam etmektedirler. Ancak, böyle bir ihmalkarlığa izin vermemek, Türkiye toprakları içindeki hiçbir vatandaşın beyninin yıkanmasına müsade etmemek için, iyi seviyede bir eğitim veriliyor olması gereklidir. Vatandaşların, düşünme yetilerini kullanabiliyor olması gereklidir.

Peki bundan nasıl bir ders çıkarmalıyız?

Mustafa Kemal, kütüphanecisi Nuri Ulusu’ya: “Top ve tüfek ile savaşma devri bitti, artık bilgi ile savaşma devri başlamıştır.” demiştir. Bunun içindir ki Atatürk, “Kitleler düşünür olmadıkça, iyi veya kötü istikametlere sevk edilebilirler.” diyerek milletini uyarmıştır. Bunun içindir ki Atatürk, cebindeki paranın yarısını her zaman kitaba vermiş, hayatı boyunca binlerce kitap okumuştur. Yani arkadaşlar, düşünür olmazsanız, bilir kişi olmazsanız, koyun gibi güdüleceksiniz. Her yöne sevk edilebilecek bir sürüyü de güdecek bir çoban elbet bulunur.
Ancak ne yazık ki onun ileri görüşlülüğüne sahip olmayan devlet liderleri ve aklını kullanmaya korkan, malesef hala bu bağnazlık belasından kurtulamamış olan büyük bir çoğunluk da, onu hala anlayamayarak, ülkesini yavaş yavaş farkında olmadan düşmana teslim etmeye başlamış, ve hakkında bir tane kitap bile, hatta Nutuk’u bile okumadan, sağdan soldan duydukları yalan tarihe inanarak, hayâsızca Mustafa Kemal’e düşmanlık beslemeye, Osmanlı’yı geri istemeye başlamışlardır…Uyanın arkadaşlar! Çünkü eğer geç uyanırsanız, hiç uyanmamış olmayı dileyeceksiniz. Bu bir “Evet”, “Hayır” propagandası değildir. Bu, sadece anlaşılması gereken bir durumdur.
Şunu anlayınız, Atatürk’e düşman olmak, veya onu Tanrı seviyesine yükseltmek de aynı seviyede cehalettir. Hiçbir kural değişmez değildir, bunun içindir ki Atatürk, “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almaktayız.” demiştir. Türkiye Cumhuriyeti ve politikası, dogmatik değil, bilimsel olmalıdır. Atatürk, bu gün yaşıyor olsa, bu zamanın gerektirdiği bir politika izleyecekti. Dolayısıyla ne ona düşman, ne de ona tapar bir psikolojide onu değerlendirmemeliyiz.
Bizim, onun sadece bir insan olduğunu, ve bir insanın akıl ile, bilim ile bir milleti kurtarabileceği gibi, bizim de kendi aklımızı kullanarak, en azından yapabildiğimiz kadar çevreyi, ailemizi, çocuklarımızı bilinçlendirerek, medeni, idrak seviyesi yüksek, kültürlü bir nesil oluşmasına katkıda bulunmamız gerekir. Atatürk Türkiye’sinin saygınlığı iki temele dayanır: 
  • 1. Tam bağımsızlık için verilen savaş, 
  • 2. “Yurtta barış, dünyada barış.”

Bunun devamlılığı için, her bireyin de bu düşünceleri kendi kişiliğine eklemiş olması gerekir. Yani, daima bağımsız, açık zihinli ve sorgulayıcı olacaksınız, düşüneceksiniz ve daima hoşgörülü olacak, ancak kör olmayacaksınız. Saygı görmek için, saygı göstereceksiniz ancak yalaka olmayacaksınız. Atatürk, Türkleri hayvandan farksız gören Yunan Ordusunun komutanı Trikopis’i esir olarak yakaladığında bile, onu aşağılamamış ve ülkesine geri göndermiştir. İşte bu sayede, Türklerden en çok nefret eden ülkede bile Türklere karşı saygı duyulmasını sağlamıştır.
Atatürk, bu barışçıl yaklaşımı ve güçlü iradesi ile, 1920–1938 arasında dört kıtada, toplam 56 bağımsız devletin 37'sinde diplomatik temsilcilik açtı. Türkiye, 1921–1938 arasında, 17 yılda dünyadaki 56 ülkenin 40'ıyla dostluk anlaşmaları imzaladı. Atatürk, bu ülkelerin Kral, Cumhurbaşkanı vb. toplam 115 devlet başkanıyla temas kurdu ve hepsinde büyük etkiler bıraktı. Türkiye’ye, birçok kral ve devlet lideri, Atatürk’ü ziyarete geldi ve hediyeler getirdi. Bunların arasında, İngiltere Kralı VIII. Edward da vardı. Dünyada sayısız önemli yazar, artist, devlet adamı ve sanatçı, Atatürk’ü öven, saygı dolu sözler söylediler…
Atatürk, Nazi baskısından kaçmaya çalışan bir çok profesör ve öğretmene kapılarını açarak, Türkiye’deki eğitimin gelişmesi için çaba gösterdi. Atatürk, kendisi bile Türk Tarihi’ni anlatan, uzun ve önemli bir kitap (Medeni Bilgiler) yazarak bunu Ortaokul ve Liselerde okutturdu. Ne var ki ölümünden sonra bu kitabı dış ülkeler ile yapılan bazı anlaşmalar sonucu kaldırttılar. Böylece köklü ve ciddi bir geçmişi olan Türk tarihi, sadece Osmanlı Tarihi ile sınırlandırılarak, okullarda da sadece Osmanlı öğretilmeye başlandı.
13 Temmuz 1923'de The Saturday Evening Post yazarı Isaac F. Marcosson, Atatürk’e “Dünyanın bugünkü hastalığının ilacı nedir?” diye sorduğunda, Atatürk şöyle cevap vermişti: “Aptalca şüphe ve güvensizlik yerine, akıllıca iş birliği.”
Yıllar önce Atatürk çok saygın bir Cumhuriyet kurdu ancak, son yıllarda bu saygınlığın üzerine son derece kara ve büyük bir Damat Ferit gölgesi düştü… bu gölgeyi silmek ve milletimizi aydınlatmak da, her birimizin görevidir ve benim bu yazıları, ve daha sonra yazacaklarımı da hazırlamamın, karşılıksız ve ücretsiz çaba göstermemin sebebidir. Okuyun arkadaş, bilin, bilinçlenin, bilinçlendirin.

Kaynakça

  • Sinan Meydan, Sözcü Gazetesi, 24 Temmuz 2017 ve 18 Aralık 2017
  • Bilal Şimşir — “Cumhuriyetin Barışçı Dış Politikası Üzerine”, Ankara, 2014 s. 81–92
  • Atatürk’ün Bütün Eserleri — C.27
  • Salahi R. Sonyel — Kurtuluş Savaşı , C.1, Ankara, 2008, s.239
  • Cahit Kaya — Sevr Dosyası 2. Bas. İstanbul, 2004, s. 78–81
  • Yakup Kadri Karaosmanoğlu — Vatan Yolunda. (Selek Yayınları, İstanbul.)
  • Lord Kinross — Bir Milletin Yeniden Doğuşu
  • Dankwart A. Rustow: The Army and the Founding of the Turkish Republic
  • Gazi Mustafa Kemal Atatürk — Medeni Bilgiler (Tarih Kitabı)
  • Salih Bozok Hatıraları, Can Dündar — Yaveri Mustafa Kemal’i Anlatıyor
  • Nuri Ulusu Kütüphanecisi — Atatürk’ün Yanı Başında

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder