7 Ekim 2018 Pazar

İçgüdünün Diğer Nesillere DNA ile Aktarılması (Kişiliğinizin Temeli)

Bu yazıda, İçgüdülerimizin, bilinçaltımızdaki kayıtlı bir çok şeyin, hoşumuza giden ve korktuğumuz bir çok şeyin, yani karakterimizi oluşturan özelliklerin büyük bir kısmının bize önceki atalarımızdan DNA yolu ile nasıl aktarıldığı konusunu ele alacağız. Neden bazı şeyleri otomatik olarak yapıyor, korkuyor veya seviyoruz? Bilimsel olarak bakarsak; bu yazıda da göreceğiniz gibi daha önceden yaşamış olan atalarımızdan bize geçmiş olan genetik bir çok şey, bizim kimliğimizi oluşturuyor. Bazı dini inançlar ise buna, “Önceki hayatlarınızdan kalma kaydolmuş anılar ve travmalar.” diyor..

Bütün canlılar için biyolojik olarak 2 amaç vardır: hayatta kalmak ve üremek. İnsan için bu durum biraz daha karmaşık. Çünkü hayatta kalma yolumuz diğer canlılara göre daha farklı. Sadece beslenmek ve üremek yetmiyor bize. Ancak bu konuyu başka bir yazımda aktarmıştım zaten. Kısacası bu, hiç de kolay bir görev değildir, birçok yazımda değindiğim seçilim mekanizmalarına karşı mücadele etmeyi gerektirir. Üstelik doğanın şartlarından ötürü, bu mücadele, en az enerji harcayacak şekilde yapılmalıdır (bkz: trade-off ilkesi). İşte bu yüzden, genler canlıların davranışlarında belirleyici bir rol üstlenmektedir. 

Bir davranışı genetik taban ile sınırlandırmanın artıları ve eksileri vardır. 
En büyük artısı, enerji bakımından çok ciddi bir fayda sağlamasıdır, çünkü ne olursa olsun o davranışın sergilenmesi hedeflenir. En büyük eksisi ise, alışık olunmayan ya da seçilim süreci boyunca genlerin tepki vermek üzere özelleşmediği durumlarda, canlıya dezavantaj sağlayabilecek davranışların uygulanmasıdır. Yani içgüdüsel davranışlar, sabittirler ve çevreden çok az etkilenmeye meyillidirler.

Evrimsel süreç, buna da bir çözüm bulabilmiştir. Farklı durumlarda farklı içgüdüsel davranışlar sergileme yoluna gidilmiş, böylece farklı durumlar karşısında en doğru tepkiyi verebilenlerin hayatta kalmasıyla, ortama en adaptif durumlara ulaşılabilmiştir. Fakat bu yazı bir evrim yazısı olmadığı için bu konulara çok girmeyeceğim. Biyoloji okuyan arkadaşlar o yüzden “aa bundan niye bahsetmedin?“ diye sorabilirler. Sormadan söylemiş olayım.

İçgüdüsel davranışlar dendiğinde, akla sadece otomatiğe bağlanmış davranışlar gelmemelidir. Çünkü içgüdüsel davranışların tetikleyicisi kimi zaman algısal/düşünsel zeka olabilir. Yani bir canlı, algısal zekasını kullanarak bir karara varabilir ve bu kararın sonucu, içgüdüsel bir davranış olabilir. Tam da mantıklı olacak şekilde, içgüdüsel davranışların büyük bir kısmının, düşünsel zeka ile tetiklendiği keşfedilmiştir. Meşhur bir örnek olarak, yumurtadan çıkan Caretta caretta türü kaplumbağaların denize gitme içgüdüsü verilebilir. Bu içgüdü, evrimsel süreçte kazanılmıştır. Ancak bu içgüdünün tetikleyicisi, her içgüdüsel durumda olduğu gibi, duyu organlarından alınan bilginin biyokimyasal süreçlerle işlenmesi sonucu üretilen tepkidir.

Yukarıda bahsettiğim İnsan ve Hayvan zekası arasındaki fark hakkında beyin denen organımız hakkında ilginç bilgileri kaleme aldığım ayrıntılı başka bir yazı için bkz: Buraya tıklayınız.

Ayrıca beynimiz, loblarımız ve bizi insan yapan şeyler hakkında daha ayrıntılı ikinci bir yazı içinse bkz: Buraya tıklayınız.

İçgüdülere dönersek… Kimi zaman içgüdüler düşünsel zekaya dayalı olmadan, çevresel faktörlerle tetiklenmektedir. Örneğin bazı martı türlerinin dişilerinin yetişkinlerinin gagalarında kırmızı bir nokta bulunur. Yavrular, bu noktayı gagalarlar (ki bu içgüdüsel bir davranıştır ve genlerle belirlenir) ve bu gagalama, annenin beynini uyararak midesinde sakladığı yiyecekleri dışarı çıkarmasına (kusmasına) ve yavrusuna yedirmesine yarar. Yavrular, bu gagalamayı düşünerek yapmazlar, beyinlerindeki biyokimyasal tepkimeler, kırmızı noktayı gördükleri anda bu şekilde bir davranış göstermesine sebep olur (kırmızı noktayı görmekten kaynaklanan sinirsel bilgiler, beyni tetikler ve buna göre bir davranış oluşturacak şekilde genler okunur). Yapılan deneylerde, anne gagası olmamasına rağmen, herhangi bir cismin üzerindeki benzer kırmızı noktaları da gagaladıkları ortaya çıkarılmıştır.

Atlanta’daki Emory Tıp Fakültesi’nde yapılan bir araştırma, DNA’da oluşan kimyasal değişimler yolu ile bazı bilgilerin biyolojik olarak aktarılabilmesinin imkanı olduğunu göstermektedir. Yapılan testler süresince denek olarak kullanılan fareler bir sonraki nesle, edindikleri travmatik ya da stresli deneyimlerini aktardıklarını göstermiştir.
Dolayısıyla her içgüdünün arkasında fizyolojik bir sebep vardır ve bu sebep, deneysel metotlarla ortaya çıkarılabilir.

İçgüdüler, genel olarak karşımıza Sabit Hareket Desenleri (Fixed Action Pattern) olarak çıkmaktadır. Sabit Hareket Desenleri, belirli durumlar karşısında gösterilen belirli davranışlar zinciridir. Bu, içgüdünün bir diğer tanımı olarak görülebilir. Örneğin kuşların çiftleşme mevsimlerinde yaptıkları danslar, her zaman aynı şekilde yapılmaktadır ve tamamen sabit hareketler zinciri şeklindedir. İşte bu bir Sabit Hareket Deseni’dir ve bu hareketlerin oluş sırası, genetik kaynaklarla belirlenmektedir. Bunun getirdiği avantaj, yukarıda belirttiğimiz gibi tek bir genetik materyal üzerinden, biyolojik amaçlardan biri olan üremenin başarısının maksimuma çıkarılabilmesidir. Dediğim gibi, bunlar Evrim Mekanizmaları’na tabi davranışlardır; örneğin dişilerin en beğendiği hareketler zincirine sahip bireyler avantajlı olacaklardır.

İşte bu mekanizmalar sonucunda içgüdüler popülasyon içerisinde sabitlenirler ve yavruların büyük bir kısmı doğuştan itibaren bazı davranışları sabit olarak gösterirken, yetişkinlerin de büyük bir kısmı ömürleri boyunca farklı durumlar karşısında farklı sabit davranışları gösterebilmektedir. Çevre koşulları sabit tutulduğu sürece, bu davranışı sergileyemeyenler eleneceği için, canlıya avantaj sağlayan içgüdülerin, daha doğrusu bu içgüdülere sebep olan genetik materyalin seçilimi, Evrim’e sebep olmaktadır.

Yapılan deneylerden birinde, örnek vermek gerekirse, denek olarak kullanılan farelere ne zaman gül kokusu koklatılsa, hemen sonrasında şok verilerek acı çektirilir. Bu birkaç kez tekrar edildikten sonra, fareler artık otomatik olarak ne zaman gül kokusu alsalar, şok verilmese bile korkmaya ve kaçışmaya başlarlar. Çünkü acı çekeceklerini düşünürler. Bu kabul edilebilir, ancak bu deneylerin sonunda görüldü ki, bu farelerden doğan yeri fareler, onlara hiç gül kokusu koklatılıp şok verilmediği halde, gül kokusu kokladıkları zaman korkmaya ve paniklemeye başlamıştır. 

Bu çok basitçe, atadan gelen bir çok şeyin sizin bünyenize kazındığını ve hareketlerinizde etkili olduğunu gösterir. Tabii ki ben bu alışkanlık ve korkunun sadece bir nesilde değil, yıllarca tekrarlanan bir deney sonucu doğan bilmem kaçıncı nesilde kendini göstermeye başladığını da belirtmek durumundayım. Yoksa işler öyle tek seferde gelişiyor olsaydı her doğumda farklı adaptasyonlar görmemiz gerekirdi.

Emory Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nden Dr.Brian Dias’a göre; 

“Dönüşümsel bakış açısından, bizim sonuçlarımız ebeveynlerin deneyimlerinin, sonradan gelen nesillerin, hatta hamile kalmadan önce, sinir sistemlerindeki hem yapıyı hem de fonksiyonlu önemli derecede etkilediğini anlamamızı sağlıyor. Bunun gibi bir fenomen, fobiler, endişe, ve post-travmatik stress bozuklukları gibi nöropsikiyatrik rahatsızlıkların etiyoloji-nedenbilim ve potansiyel aktarım riskine katkıda bulunabilir.”

Bu deneyimlerin beyinden genoma bir şekilde aktarıldığı, ve daha sonraki nesillere geçtiği gözükmektedir.

Araştırmacılar, daha ilerki çalışmalarında öncellikle DNA’daki bilginin nasıl depolandığını anlamaya yer vermeyi umut ediyorlar.

Londra Üniversitesi’nden çocuk genetisyeni Profesör Marcus Pembrey, bu çalışmanın hafızanın biyolojik aktarımı için inandırıcı bir kanıt sunduğunu ifade ediyor ve şunu ekliyor: “ Bu çalışma, fobiler, endişe, post travmatik stres bozuklukları ve ataların deneyimlerin yer aldığı hafızasının bir sonraki nesile aktarılması ile oldukça ilgili bünyesel ve esaslı bir korkunçluğa işaret ediyor ve şunları söylüyor:

“Halk sağlığı araştırmacılarının insan kuşaklararası tepkileri ciddiye almalarının tam zamanı. Genel anlamada çok kuşaklı, çok aşamalı yaklaşım olmadan nöropsikiyatrik rahatsızlıkları ya da obeziteyi, şeker hastalığını ve metabolik bozuklukları anlayamayacağımızı düşünüyorum.”

Cambridge Babraham Enstitüsü’nden Epigenetik Bölüm Başkanı Profesör Wolf Reik, bunun gibi sonuçların insanlara uygulanması için daha ileri çalışmalar yapılması gerektiğini şu şekilde ifade ediyor:

“Epigenetiğin aracılık ettiği kuşaklararası mirasın mevcut olduğunu gösteren bu tarz sonuçlar ümit verici ve heveslendiricidir. Ancak, bu bulguların insanlar üzerindeki etkisini ortaya koymak için daha dikkatli mekaniksel hayvan model çalışmaları yapılmalıdır. Bizim bulgularımız davranışsal, nöroanatomiksel ve epigenetik seviyede çevresel bilginin nasıl kuşaklararası aktarıldığını işaret eden bir çatı oluşturuyor.”

DNA, atalarımızdan bize aktarılan genlerdeki sipiritüel ve mistik hafızayı taşıyor olabilir mi? Sipiritüel evrim genetik dizim içerisinde bozulup, bir sonraki nesle taşınıyor mu? İşte, bu sorulara cevap verecek bilimsel bir taslağa artık sahibiz.

Tüm bunlar ele alındığında, insanın diğer hayvanlardan hiçbir farkı olmadığı kolayca görülebilir. (İdrak kabiliyeti ve şahıslık olgusu hariç bırakılırsa) Her hayvanın davranışları, içgüdüler ile düşünsel zekaya dayalı davranışların bir karışımıdır. Canlılar, öğrenirler, hatırlarlar, bilirler ve uygularlar. Bunu, zekaları dahilinde yaparlar. İnsan, bu konuda diğer canlılardan birkaç adım öndedir. Bu da ona birçok avantaj sağlamaktadır (ki bu yüzden Evrim Mekanizmaları tarafından desteklenmiştir). Bu evrimin yan etkilerinden biri, davranışlardaki karmaşıklaşmadır. Ancak Evrimsel Biyoloji ve davranış bilimleri sayesinde, hayvanların davranışları çözüldükçe, insanların karmaşık davranışlarının kökenleri ortaya çıkarılabilmekte ve bilim kararlı adımlarla gerçeklerin üzerine yürümeye devam edebilmektedir.

Peki ya bilimin çok ilerlediğini, ve bir gün bir kişinin hatıralarına kadar bir çok şeyi bilinçli olarak aktardığınızı düşünseniz? bu tabiki size bilimkurgu gibi gelecektir ama eğer ileride fiziksel açıdan gelişmiş bir robot yaparsak, ve bu robota yapay bir beyin eklersek (Ki bu konuda çalışmalar sürmektedir. 

Bkz: Yapay Beyin Yaratma Projesi) ve ona içgüdüler eklersek sizce neler olur?

NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım benden özel izin alınmadan ve kaynak belirtilmeden hiçbir ortamda kullanılamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz. Benden özel izin almadan ve kaynak belirtmeden kullandığınız taktirde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.

Kaynakça

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder