7 Ekim 2018 Pazar

Mu İmparatorluğu (Dinlerin Kökeni, Ari Irk, Atlantis vb.)



Mu kıtası ile alakalı belgelere girmeden önce kısaca konudan ve bu yazıyı hazırlama sebebimden bahsedeyim; Mu, yani “Güneş İmparatorluğu”, iddialara göre ilk insanın Anavatanı olduğu düşünülen, Pasifik Okyanusu’nda, yok olmuş bir bölgedir. 70.000 yıllık Tek Tanrılı bir dini vardır. Bu din, daha sonraları Osiris dini olarak Mısır’a, ardından Hermes ile değiştirilerek Yunanistan’a kadar gelmiştir. Yani Eski Mısır ve Eski Yunan mitolojileri Mu ile ilişkilidir.

Bahsi geçen mitolojilere rağmen Mu dininde Tanrı, Kuran’ın Allah tasvirine çok yakındır. Her yerdedir, her şeydedir ve her şeyi o yaratmıştır, ezeli ve ebedidir. Maddesel ve enerjisel olarak her şeyin Bir olduğu, özünde Tek olduğu söylenir. İlk bakışta tabii bu size ters gelmeyebilir. Neticede Platonculuk ve benzeri birçok görüşte de nasıl olsa her şey “tek”dir. Ama, bunun yanına bir de sürekli Reenkarnasyon geçirerek ruhu yüceltme misyonu girince… New Age-Spiritüalizm olarak bilinen bir şeye geçiş yapmış oluyoruz. 

Spiritüalizm konusuyla alakalı halihazırda 3 partlık bir yazı seriisi hazırlamış olduğumdan burada bu konulara her ne kadar girmem gerekse de, fazla girmemeye çalışacağım. Benim bu yazıda asıl yapmak istediğim, Atlantis gibi, Lemurya gibi “Batık Kıta Teorisi” başlığında toplanabilecek kıtalar hakkında bilgi vermektir. Yukarıda 3 ayrı Kıta saymama rağmen, aslında bu 3 kıta da aynı hikayeye dayandığından dolayı içlerinden en önemlisi olan Mu’nun üzerinde durmak sanırım yeterli olacaktır.

Her ne kadar bu tip teoriler çok ilgi çekici olsa da, bu yazıyı yazmamdaki asıl sebep, ilk duyduğum zamanlarda çok uğraşmama rağmen internette bu konu hakkında doğru dürüst bir araştırmaya denk gelmemiş olmamdır. Şunu fark ettim ki; internette ne bu konuyla, ne de ezoterik öğretiler veya Apokrif-Gnostik kutsal kitaplarla alakalı ayrıntılı ve ciddi bir yazı hazırlığına giden kimse olmamış. Ne yerli, ne yabancı ciddi ciddi bu işle uğraşan kimseyi göremedim. Hatta bazı kişiler, başkalarının yazılarını copy-paste edip sanki ayrı bir yazıymış gibi paylaşmışlar. Bunun yanında muhtemelen gerçekten bu kitapları alıp okumadıkları için, içerik açısından da çok kısıtlı bilgiler vermişler.

Ben de dayanamadım, gidip bu Kıta hakkında yazılmış olan James C.’ın 4 Ciltlik kitap seriisini ve Atatürk’ün zamanında bu kıtayı araştırmak için görevlendirdiği heyetle alakalı ayrıntılı bilgi içeren Sinan Meydan’ın Mu Kıtası ve Köken adlı iki kitabını aldım, gecemi gündüzümü verip yaklaşık bir aylık sürede bu kitapların hepsini okudum ve notlar çıkardım. Dolayısıyla ortaya ne kadar özetlerseniz özetleyin okuması bu kadar uzun sürecek ve yeni bir kitap haline getirilebilecek notlar çıktı. Sonrasında bu notları Blogda düzenlemeye kalkarsam iş çok uzayacağından, en önemli gördüklerimi seçtim ve çeşitli diğer kaynaklardan edindiğim bilgilerle mukayese ederek tek bir yazıda sizlere sunmaya karar verdim. Farkındayım, yazı, göze bayağı uzun geliyor. Fakat meraklıları için baştan belirtmeliyim ki, eğer bu Kıta ile alakalı bilgi edinmek istiyorsanız ya gidip bahsettiğim kitapları alacaksınız, ya da mecburen bu yazıyı okuyacaksınız. Çünkü internet üzerindeki en dolgun Batık Kıta yazısı şu okuduğunuz benim hazırlamış olduğum yazıdır. İnternette bulabileceğiniz diğer tüm alakalı yazılar ya birbirinden kopyalanmış ve eksiktirler, ya da benim bu yazımdan çalınmışlardır.

Şimdi; giriş faslını bitirerek anlatımıma başlayayım: bu kıta ve dini ile alakalı en önemli bulgular, 10.000–15.000 yıl öncesine dayandığı düşünülen “Naacal Tabletleri” ve James Churchward’in kendi yazdığı, bu tabletlerin tercümesine dayanan 4 kitabıdır. Yani bu yazının içeriğini oluşturan dört kitap… Bu kitaplara göre Mu, 10.000 ila 15.000 sene önce, 64 Milyonluk nüfusu ile sular altında kalmış, yeraltındaki gaz odalarının patlaması ile yok olmuş bir imparatorluktur. Günümüzde ve tarihimizde gördüğümüz, bildiğimiz bütün dinler ve milletler ise, o kıtanın halkından arta kalan küçük kolonilerden ibarettir. Peki bu bilgiler nereden gelmektedir? Gelin, bu teorinin dayandırıldığı Tablet, Heykel, Hiyreoglif, Sembol ve hikayeler ile bu teoriyi beraber inceleyelim:
Mu Kıtası’nın harita üzerindeki görünümü.
Antartikadan 2 kat büyük olduğu düşünülen ve insanlığın ilk varolduğu yer olarak tanımlanan Mu, aynı zamanda bütün Din, Sembol ve Efsanelerin de ilk görüldüğü yerdir. Dünyada şuan bulunan her sembol, tablet, mitolojik inanç ve kayıtlar Mu’ya dayanmaktadır. Buna Sümer tabletleri de dahildir. Albay James Churchward’ın Hindistan’da tanıştığı bir Rishi tarafından yönlendirilmesi sonucu Hindikuş ve Tibet dağlarında bulduğu yüzlerce tabletin çevirisine dayanarak ortaya sürdüğü bu Mu konusu, efsane gibi görünse de çok ciddi bir konudur. Neden mi? Çünkü Mu’nun varlığı kabul edilse de, edilmese de, tabletler ve semboller yeterince orjinal ve eskidir.
Ayrıca Nörolog ve Arkeolog olan Dr. William Niven tarafından Meksika’da bulunan 2600 küsür tablet üstünde yapılan incelemeler de, J.C’ın teorisini destekler niteliktedir. Semboller ve kullanılan dil, J.C’ın tabletleri ile aynıdır ve yeterince eskidir. Ayrıca J.C’nin kitaplarında kaynak olarak kullandığı tek belgeler, sadece bu tabletler değildir. Örnek göstermek gerekirse bkz: Troano Elyazması, Paskalya Adası Tabletleri, Hint ve Maya kayıtları, Mısır kayıtları, Lhasa belgesi, Codex Cortesianus vb. Merak etmeyin zaten bu kayıtlara yazı içerisinde değineceğiz.

Tabletlere göre Mu kıtası, kuzeyden güneye 5000, doğudan batıya 3000kmlik bir bölgeyi kapsar, 3 Kara parçasından oluşur ve çevresinde de belli takım adaları vardır. (Endonezya, Polinezya, Quan Fernandez ve Paskalya vs. Ayrıca bu adaların hepsinde Mu’ya dair kalıntılar bulunmuştur. Daha doğrusu bulunan tünel, tapınak, heykel ve semboller’in Mu ile ilişkili olduğu düşünülmektedir) Mısır, Hint, Maya-Aztek gibi imparatorlukların, Mu’nun bir uzantısı ve kolonisi olduğu ileri sürülmektedir. Hatta bu konu, Türklerin kökeni ile ilgili derin araştırmalar yapan Mustafa Kemal Atatürk’ü bile meraklandırmıştır, öyle ki 1932'de Tahsin Mayatepek’i, bu konuyu incelemesi ve daha derin bilgi edinmesi için Meksika’ya göndermiştir ve J.C’ün, 50 senelik araştırmalarına dayanan bu 4 kitabını da Türkiye’ye getirtip, 60 kişilik bir heyet tarafından tercüme ettirmiştir. Bahsettiğim dönem, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi’ni oluşturmaya uğraştığı dönemlerdir. Tabii ki Atatürk’ün bile ilgisini çekmiş olması bu kıtanın gerçekliğine kanıt açısından bir delil sayılamaz, öyle bir şey iddia ettiğim düşünülmesin.


Mu ve Din İlişkisine Giriş


Mu dininin esası, Tanrı’nın “Tek” oluşuna, Ruhun ölümsüzlüğüne, ve ruhsal gelişim için sürekli doğmak inanışına dayalıydı. Yani şimdiki Karma, Reenkarnasyon tipi inançların da Atası idi. Günümüzde bilinen en eski Din olduğu için, diğer dinlerin buradan beslenmiş olması pek şaşılacak bir şey değil. Zaten, eğer şuanki bütün millet ve medeniyetler, zamanında bu İmparatorluğun bir uzantısı idiyseler; bu, kültür ve geleneklerinin de buradan gelmiş ve zamanla değişime uğramış olduğu anlamına gelir. Mu dini, Tanrı’yı yaşamın sembolü olan Güneş ile sembolize etmekteydi. Çünkü güneşi hem akılda kalması kolay, hem de Tanrı’ya yakıştırılabilecek en uygun sembol olarak görmüşlerdi. Güneş’e de Ra ismini vermişlerdi, Onun için de Mu’ya, “Güneş imparatorluğu” denilmekteydi.

Ra, daha sonra Mısır ve Maya dinlerinde de aynı anlamda kullanılmıştır. (Örn: Mısır Güneş Tanrısı Ra) Bunun yanında Spiritüalistlerin kullandığı “Ra Bilgileri” adlı 4 ciltlik bir kitap seriisi vardır. Bu kitaplar hipnozu ve geçmiş yaşamları konu alırlar. Kitap, özünde Celse deneyleri yapan bir grup insanın, evrendeki birtakım üst boyut varlıklarıyla iletişim kurması ve bizim bilemediğimiz gerçekleri bu “ruh çağırma” tarzı seanslarla öğrenmesini konu alır. Aldıkları bilgiler içerisinde de, kitabın bazı pasajlarında görebileceğiniz gibi Mu konusu işlenir.

Çok ilginçtir ki, 20. yy başları hem Mu teorisinin, hem de Spiritüalizmin çıkışa başladığı dönemdir. Bu da bize iki kapı açıyor.

Birincisi: Mu teorisi o kadar ilgi çekmiş ve dini algıyı değiştirmiştir ki, insanlar dünya üzerindeki ilk dine geri dönmeyi amaçlayarak Spiritüalizme kaymaya başlamışlardır ve bu inanç popülariye kazanmıştır.

İkincisi: Spiritüalist öğretiyi yaymak isteyen bir takım kitleler, Mu ve Atlantis gibi bazı teorileri de misyonlarına alet ederek işi iyice gündeme taşımışlardır.
Sizlere Spiritüalizme dair çok fazla ayrıntı vermeyeceğimi yazı başında zaten söylemiştim. Fakat bu, size hiçbir kaynak veya okunabilecek kitap sunmayacağım anlamına gelmiyor. Yazının içerisinde zaten kendi hazırlamış olduğum bazı yazıları link halinde ekleyeceğim, bunun yanında sizler de eğer isterseniz aşağıda vermiş olduğum kaynakları kurcalayabilirsiniz. 

Bkz:
  • İâhi Nizam ve Kainat — Bedri Ruhselman
  • Ra Bilgileri c1,2,3,4.
  • Sâdıklar Planı c1,2,3,4,5,6,7.
  • Ölümden Ötesi — Dolores Cannon


Ayrıca Spiritüalizmin bir din olarak eleştirisini de şu kaynaktan okuyabilirsiniz: Cemre Demirel — Bir Başka Din

Mu Hakkında

Konumuza dönersek; İmparatorluğun Kralı olan kişi aynı zamanda en bilge Rahibidir. Yani bu kişiyi hem Papa, hem de Kral olarak düşünebilirsiniz. Bu yüzden ona “Ra Mu” denmektedir. Ra Mu, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi (Halife veya Peygamber olarak anlayabilirsiniz) sıfatı ile görev yapar ancak kesinlikle halk tarafından kutsal kabul edilmez, sadece bir temsilci olarak görülür ve lider olarak takip edilirdi. Bu kişiyi de halk kendisi seçerdi. Bunun, Eski Mısır’a bozularak yansıması ve Firavunların, kendilerini Tanrı’nın Temsilcisi yerine direkt olarak Tanrı ilan etmesi de dikkat çekici bir olaydır. Ülkenin bilim adamlarına da Naacal denmekteydi. Bunlar, dini ve bilimsel açıdan birçok donanıma sahip kişilerdi. Naacaller’i inisiye eğitimi veren ve Platon’a Atlantis fikrini aşılayan ekip, yahut İsa ile ilişkili olan Esseniler gibi mistik tarikatlarla ilişkilendirmek mümkündür.

Diğer Özellikler

Ülkede 4 ayrı ırk yaşamaktaydı ve onlar, bu dünyaya bir başka anavatandan geldiklerine inanırlardı. Bu anavatanın ise, gökteki en parlak yıldız olan Sirius olduğunu düşünürlerdi. (Sirius, aynı zamanda bütün dinlerde kutsal kabul edilmiş bir yıldızdır. Sirius, her mitolojide yer edinmiştir ve Kuran’da Şira yıldızı olarak da ismi geçer. İlgili yazıları birazdan ekleyeceğim) Mu’lar, teoriye göre manevi yönden de bizden daha gelişmiş insanlardı, telepati, astral seyahat, telekinezi gibi yetenekleri vardı. İş gittikçe romanımsı bir hal almaya başladı değil mi? Neredeyse kıtada bir de Hogwarts Büyücülük Okulu’na rastlayacağız.

Bu “düşünce gücü kullanabilme” konusu oldukça kafa karıştırıcıdır. Çünkü, Mu İmparatorluğu’nun yıkımı, şuan ki Asya ve Ortadoğu topraklarına bir Tufan gelmesinin sebebidir. Yani bizim Nuh Tufanı diye bildiğimiz felaketin yaşanmasının sebebi, Mu Kıtası’nın yok olmasıdır. Ya Mu Kıtası bu tufanla yok edildi, ya da Mu Kıtası yok olurken o bölgeden taşan sular böyle bir tufana sebebiyet verdi. Böyle büyük bir kıtanın yıkımı, dolayısı ile bütün Pasifik Okyanusu’nu diğer kıtaların üstüne boşaltabilecek potansiyele sahip bir felakettir.

Fakat, asıl önemli konu şudur ki; bizim “Nuh Tufanı” efsanelerinden aldığımız bilgiler ile bu teori paralellik göstermektedir. Örneğin; İslam’da bütün insanların Allah inancını kaybetmesi sonucu Tufan yapıldığı söylenir. Herkes inancını kaybetmiş ve yoldan sapmıştır, dolayısıyla Tanrı da insanların kulaklarını çekmek için böyle bir felaket göndermiştir. Tevrat ve Enoch kitabında ise, insanların Meleki yöntemleri, büyüleri öğrendiği için Tufan yapıldığı söylenir. Yani insanlar, mucize denilecek şeyler gerçekleştirmeye başlamışlardır ve bu işe bir son verilmesi gerektiğinden Tufan Projesi hazırlanır.

Kısaca Mu Kıtası’ndaki insanlar, hem dini inançları gereği, hem de zihin gücünü kullanabilme yetenekleri (büyü) açısından çok gelişmiş olmaları sebebiyle, iki inanıştaki “helâk olan kavim” profiline de uymaktadırlar. Peki nedir bu “düşünce gücüyle bir şey başarma” olayı ki Mu Kıtası’ndaki insanlara bile bu atfedilmiş? Biz şimdiye kadar gördüğümüz dinlerde Mucize yapabilecek tek tük insanlara rastlamaktayız, bunlar da bu mucizeleri kendi yetenekleriyle değil, sözümona Tanrı’nın yetkilendirmesiyle başarabilmektedirler ama Mu Kıtası’nda böyle bir durum görememekteyiz. 

Teoriye göre herkes birtakım yeteneklere sahiptir. Bu tezi temellendirmek için Spiritüalist gruplar Kuantum Mekaniğin ve Kuantum Fiziğin “Dolanıklık” ilkesini ele alırlar. Hatta bu güzelim bilim dalını bile bir dini inanışa evrimleştirerek “Düşünce Gücüyle İstediğinizi Başarmak” veya “Evrenden İsteyerek Her Şeyi Elde Edebilmek” fikrine çevirerek birtakım kitaplar (The Secret, The Key vb.) yayımlamışlardır. Bunun yanında sözde sizi Nirvana’ya ulaştıracak Aydınlanma (İllumination) Okulları ve Karma Seminerleri vermektedirler. Geçtiğimiz yüzyılda kurulan Lucifer Yayınevi’nden tutun, günümüzde Nişantaşı’nda Ayda 5000 tl’ye mor taytlı sosyete ablalarımıza Yoga dersi veren “Yaşam Koçları”na kadar herkes, birtakım Kuantum Prensiplerini, uzakdoğu inanışlarıyla harmanlayarak bize sunmaktadırlar.

Peki ben neden Spiritüalizm’e bu kadar değiniyorum? bazılarınız “O da alt tarafı bir din işte, sanane?” diyebilirsiniz, aslında haklısınız da. Fakat ben o kadar masum gözlerle bakamıyorum bu inanışa, çünkü bana göre dünyadaki en tehlikeli veya tehlikeli olabilecek din Spiritüalizmdir. Sebebi ise; Spiritüalizme göre evrendeki maddesel ve enerjisel her şey bir’dir, her şey Tanrı’dır. Bu sadece Kuantum ilkelerinin yamultulmasından ibaret bir görüş değildir, bu inanışa göre aslında hepimiz; sen, ben, o; aslında her şey Tanrı’nın bizzat kendisidir, fakat bizler maddesel ortam sebebiyle bunu algılayamamaktayızdır ve kendimizi ayrı bireyler olarak deneyimlemekteyizdir.

Dolayısıyla hepimiz birer Tanrı’yız ve ölümden sonra tekrar doğacak, yeni bir insan olarak tekrar dünyaya gelecek ve tecrübe kazanarak ruhumuzu evrimleştirmeye devam edeceğiz. Dünyada olup biten her şey, tecavüze uğrayan kadından tutun, Arabistan’da altınlar içinde yüzen petrol zenginlerine kadar herkes aslında aynı kişinin temsilcisidir ve başlarına gelen iyi-kötü her şey tanrı’nın isteğidir. Hepsi kendi karmalarını ödüyorlardır ve başlarına gelecek olan her şeyi daha dünyaya gelmeden önce kendileri tasarlamışlardır. (Kader olarak bildiğimiz olayı Spiritüalizm ‘seçilen etap’ olarak tanımlar, çünkü kaderimizi doğmadan önce kendimiz seçeriz ve başımıza gelecek olan her kötü şeyi kendimiz istemişizdir) Çünkü Tanrı, her çeşit tecrübeyi insan bedeninde deneyimlemek isteği duymuştur. Yani işkence görmek, açlıktan çocuğunuzun ölmesini izlemek gibi şeyler sizin evrimleşmeniz için gereken şeylerdir. Bu durumda iyi veya kötü kalmaz, her şey olması gerekendir. Eğer dünyada aslında “kötülük” diye bir şey yoksa, her şey mübah olur ve böyle bir dünyada düzeni korumak imkansız olur. Zaten yukarıda adını verdiğim Spiritüalist kitaplarda da Hitler ve Cengizhan gibi adamlar, “Tanrı’nın buyruğu’nu yerine getiren, bu önemli görevi üstlenmiş üstboyut varlıkları”dırlar. Yani kötüler, aslında “gerçek iyiler”dir. Bir düşünün, bunun kötülüğe veya Şeytan’a tapmaktan farkı nedir? Hatta zaten kendimizi Tanrılaştırıp kendimize tapmamız, aslında Şeytan’a tapmamız değil midir? Melekler veya Şeytanların gerçek olup olmadığı önemli değildir, neticede bu inanç sapkın bir inançtır. İşin komiği, “acı çekmek” övünülecek bir durum haline gelmiştir. (Asketizm) Ne kadar acıya katlanırsa o kadar aydınlanacağını sanıp Çilehane’ler inşa eden Ahmet Yesevi ve hayatını bir lokma bir hırka yaşayıp yollara düşen Yunus Emre gibi, bütün krallığını ve zenginliğini bırakıp kendini ibâdete veren Buddha gibi, birçok tarihi karakterde bunun izlerine rastlayabiliriz.

Bu inanç aslında bizim topraklarımıza hiç de yabancı bir inanç değildir ve işin komiği, yeni bile değildir. Bizim “Tasavvuf” ve “En-el Hakk” felsefesi olarak bildiğimiz inançlar özünde Spiritüalizm’in İslamî versiyonudur. Mevlâna, İbn-ül Arabi, Hallac-ı Mansur, İmam-ı Rabbani, Abdülkâdir Geylâni vb. Birçok isim, aslında Karma inancı ve Spiritüalist felsefeyi İslam’ın içine katarak “Vahdet-i Şühud ve Vahdet-i Vücud” inançlarını uydurmuşlardır. Her neyse, girmeyeyim girmeyeyim dedim ama yine Spiritüalizme girdim… Mu Konusuna devam edeyim en iyisi:

İşte Mu inancı da yukarıda okuduğunuz inancın daha eski versiyonudur sadece. Eski olmasına rağmen prensipleri hiç de farklı değildir. Teoriye göre hepsi kendilerini sürekli enkarne olan tanrı parçacıkları olarak görmekte ve beyin güçlerini bizden daha yoğun biçimde kullanabilmekteydiler. Bu da gerçekte Allah veya herhangi bir Tanrı’ya tapmadıkları, Cennet-Cehennem inancına sahip olmadıkları anlamına geliyor. Yani ilk adımda Tevrat ve Enok’da bahsedildiği gibi insanlar ‘melekî’ bilgileri öğrenmiş, ikinci adımda ise İslam inancındaki teorinin söylediği gibi bütün insanlar “allah inancını kaybetmiş, kendilerini ilah edinmiş-şirk koşmuşlar”dır.

Şimdi, yazının bu kısmına gelene kadar Sirius Yıldızı, Peygamber Enok’un Kitabı, Nuh Tufanı gibi şeylerden bahsettim. Bunlar hakkında geniş bir bilgiye sahip olmayanlar için; anlattıklarım kafa karıştırıcı veya fantastik görünebilir. Dolayısıyla ben bunlarla alakalı zaten ayrı yazılar hazırlamış olduğum için şuraya ekleyeceğim ki okumak-bilgilenmek isteyenler ulaşabilsinler. Bkz:




Ayrıca, Spiritüalizm (Karma, Düşünce Gücü, Reenkarnasyon) konularını incelediğim 3 partlık yazı seriisini de ekliyorum. 

Bkz: Part I, — Part II, — Part III.

Mu’ya Dönüş

Kitapda yazan şeylere paragraf paragraf yer vermeden önce, bazı kaynaklardan bahsetmeliyim. Çünkü size efsane veya gerçek dışı gibi görünse de, burada yazılacak olan bütün bilgiler, inandığınız tüm dinlerden daha eski ve birçok belgeye dayanan şeyler. Ha kabul edersiniz, etmezsiniz. O sizin kararınız. Ben burada Mu savunmacılığı yapmıyorum, sadece bilgi aktarıyorum. İşte Mu Kıtası Teorisi’ni destekleyen bazı kaynaklar:

  • Dr. W. Niven’in Meksika’da bulduğu 2600 küsür tablet. (Mexico Museum’da)
  • Eski bir Maya kitabı olan Troano El Yazması. (British Museum’da)
  • Bir başka Maya kitabı olan Codex Cortesianus. (Madrid National Museum’da)
  • Paul Shiliman‘ın bulduğu ileri sürülen “Lhasa Belgesi”. (Tartışmalı)
  • Utakan’da, Batık Mu Kıtası anısına inşa edildiği söylenen Uksmal Tapınağı Yazıtları.


Ayrıca bu yazıtlarda, “Geldiğimiz yer olan, batan batı uygarlığının anısına inşa edilmiştir.” yazmaktadır.

Bununla beraber Mexico City’nin 96km batısında yer alan Piramit yazıtları ve daha bir çok kaynak da mevcut... Bunlara da değineceğim.

Mu, tüm kolonilerinde Ruhun ölümsüzlüğünü ve, sürekli yükselişini, sonunda da en zirveye ulaşıp Tanrı ile birleştiğini, (Sonsuz Yaşam, Nirvana) ruhani derecede ilerlemeyi tasvir eden, Piramidel yapılarını da bu sembolik amaçla inşa eden bir kültürdür. Her kat, çeşitli aşamaları temsil eder ve sonunda tamamlanır, mükemmelleşir. Piramitler hakkında biraz bilgisi olan biri, insanların o kadar ilkel dönemlerinde, bu tip yapılar inşa edecek matematiksel bilgiyi, daha üstün bir uygarlık veya öğretileri yoksa, nereden aldıklarını sorgulamıştır. Tamam, Mısır Piramitleri’yle alakalı bazı belgeseller ve “açıklama” yazıları yazılmıştır, bu Mısır’dakileri açıklayabilir fakat bahsettiğim sadece Mısır piramitleri değildir dikkatinizi çekerim. Meksika’da, Çin’de ve birçok ülkede de piramitler vardır. Hadi birisi kendi kendine bunun formülünü buldu, hepsi mi buldu? Hadi birisi gösteriş için böyle bir şey yaptı, hepsi mi yaptı? Bilirsiniz ki Antik dönem kralları egosu yüksek, Tanrı’lık peşinde koşan, kendi adını dünyaya kazıtmak için “özgün” işler yapmaya çalışan insanlardır. Birbirlerine özenmeleri sözkonusu bile olmamalı.

Ayrıca, neden dünyanın her bölgesinde, Piramitler inşa edildiğini, bunun sadece Mısır inancı değil, genel bir dünya inancı olduğunu da görmüş olmalısınız. Çünkü fikir aynıdır. Dipten en uca, gittikçe sivrilen ve sonunda tamamlanan bir ruhani gelişim sembolü. Her enkarnenizde bir iki karma daha ödeyip en sonunda tertemiz bir şekilde Nirvana’ya ulaşmanızı özetleyen bir tapınak…

Şunu da belirtmeliyim ki eskiden Piramitlerin üzerindeki son tabakayı Altın veya çeşitli Kristaller ile donatırlardı ki Güneş ışınları daha iyi yönlendirilebilsin. (Gerçi bu bilgiye sadece Ra Bilgileri’nde rastladım, tarihsel bir gerçek olarak kabul etmeyiniz.) Burada bile Simyacı bir amaç güdülmektedir. Çünkü, örnek olarak Mısır’daki Büyük Piramit, Saraybosna’da ki Dev Piramit, büyük Maya ve İnka piramitleri, Kuzey Hindistan’da ki ve Çin’de ki 400'e yakın piramit ve özellikle Beyaz Piramit ve daha birçoğu, Piramit inşa etmenin bütün dünyada gelenekselleşmiş bir şey olduğunu ve hepsinin tamamen aynı amaçla inşa edildiğini ortaya koyuyor.

Bu tip geleneklerin her kültürde yer etmesi, temelde tek bir kültürden beslendiği ve bugüne kadar iyi korunduğu teorisini güçlendirir niteliktedir. Mu Kıtası ile ilgili olarak James C., Tabletleri bulduktan sonra araştırmalarını güçlendirmiştir elbet, ama, öncesinde de zaten birçok kültürde, özellikle Pasifik Okyanusu bölgesinde Batı’da batmış olan büyük bir uygarlık ile alakalı efsaneler hep vardı. Atlantis bile, bunun için yeterli bir örnektir. Peter Kolosimo’nun, “Not This World” adlı kitabında da bu konuya değinilir. Atlantis efsanesi de Platon’a sözlü gelenekle aktarılmış bir efsanedir. Platon, yaşadığı dönemden 8500 yıl önce batmış bir kıtadan bahsediyordu. Günümüze kadar geçen zamanı da bu sayıya eklersek 11–12bin yıl kadar önce bu kıtanın battığı ve doğal olarak o dönemde bizim Tufan olarak bildiğimiz olayın yaşandığını varsayabiliriz. Yani Atlantis ile Mu da bu şekilde paralellik göstermiş oluyor.

Zaten bu konu, J.C. ile başlamış değildir, sadece J.C.’nin ortaya sürdüğü tabletlerle daha da bir güç kazanmıştır. Ancak insanların bunu kabul etmemekte diretmesinin en büyük sebebi, Mu tabletlerinin tercümesini sadece J.C.’nin yapabiliyor olmasıdır, iddiasına göre o da Tibet’de ki Rahiplerden, 2 sene boyunca bunun tekniğini ve sembolik anlamlarını, dilini (Naga-Maya) öğrendiği için bunu yapabilmektedir. Yani, sembollerin ne demek istediği ile alakalı fikir ileri sürebilen tek kişi o dönemde J.C. olduğu için, bilim insanları bunu gözardı etmeyi tercih etmişlerdir. Yani, sanırım ben de olsam aynı şekilde görmezden gelebilirdim; “Spiritüalistin biri hikaye yumurtluyor” der geçerdim belki de.

Mu Kıtasına Dair İpuçları

J.C, 50 senelik araştırma süresince bu konuda daha çok bilgi edinmek ve benzerlikleri tespit etmek amacı ile, neredeyse bütün dünyayı dolaşmış ve incelemiştir. Karolin Adaları, G.Pasifiğin tüm adaları, Orta Asya, Mısır ve Sibirya, Avusturalya, Polinezya, Amerika Birleşik Devletleri ve Orta Amerika’ya giderek bir çok veri toplamıştır. Bunların aralarında inanışlardan tutun, arkeolojik bulgular ve başka tabletlere kadar, teorisini kanıtlayan bir çok kayıt toplamıştır. Pasifik Okyanusu çevresindeki adalarda, Okyanusya ve Malinezya’da, daha önce yokolmuş bir uygarlık ve beyaz tenli sarı saçlı insanlar ile alakalı birçok inanış vardır. Beyaz Tenli ırk konusu, Tevrat’da ve Enok kitabında da işlenmiştir. Bunlara “Nefiller”, Tanrı oğulları denmiştir ve Melek oldukları söylenmesine rağmen, yemek yiyen, içen, sevişen, yorulan varlıklardır. Aklınıza Hitler’in “Ari Irk, Saf Alman Irkı. Beyaz Irk” takıntısını getirin. Birçok yazara göre Hitler’in Thule adlı bir örgütle ilişkisi ve Yahudiler üzerindeki deneyleri halen tartışmalıdır. Ancak bu da ayrı bir yazının konusudur, girmeyeceğim. İşi iyice komplo teorisyenliğine dökmeyelim.

Yine de bu konu düşündürücü. Beyaz Irk ve Nefiller… Bütün Okyanus çevresinde, sembollerden tutun, yaşayış ve inanış şekline kadar çok büyük benzerlikler olması, bu inanışlara sahip insanlarn atalarının, ilk başta aynı yerde olup, sonradan dağıtıldıkları ve bu gelenekleri sürdürdükleri sonucuna varmamızı sağlıyor. Aynen kendi inanışlarında, Beyaz adamların onları dağıtıp, öğretmesi gibi. Kızılderili efsanelerinde bile gökten gelen beyazlar efsanesi yer almaktadır. Hatta şimdiki Amerika’lılar, yüzyıllar önce o bölgeye işgal amaçlı girdiklerinde birçok kızılderili kabilesi bu beyaz-işgalci insanların en baştan beri bekledikleri ataları olduklarını sanmışlardır. Pasifik’te günümüzde bile hala bu efsanenin küçük çocuklara “masal” olarak anlatıldığı bilinmektedir.

Gel gelelim, yamyamlar ve geridekalmış birçok kabilenin, bu çağda bile hala çok ilkel şekilde yaşamaları, hala teknoloji geliştirememiş olmaları da, bundan binlerce sene öncesinde aralarında bir iletişim veya anlaşma yolu kuramayacaklarının bir göstergesi sayılmalıdır ve nasıl olur da hepsinin tapınma şekilleri ve inançlarının birbiriyle aşırı benzeştiği sorgulanmalıdır. Bu, sadece “fıtrat” ile açıklanamaz. (Bu konu ayrıca, Siyah renkli insanların, daha düşük ve az gelişmiş görülüp, sürekli eğitilen konumda olmaları, ve daha sonradan birçok inanışta Köle haline getirilip, aşağı ırk olarak görülmelerine de sebebiyet açmış olabilir.) Erich Von Daniken, “Aussat und Kosmos” adlı kitabında, bu çevre içerisinde yaşayan bütün kabilelerin, neredeyse aynı inanış ve kültüre sahip olmaları konusuna ayrıca değinmiştir. 

Batıdan gelen beyaz tenli “öğretmen insanlar”ın yanı sıra, Uzay’dan gelen Tanrılar, yani günümüzde bilinen adıyla “Antik Astronot Teorisi” de aynı yazar tarafından kaleme alınmıştır. İlgili kitap olarak Tanrıların Arabaları’nı da tavsiye ederim. Fakat yine de Erich V. D.’yi pek sevdiğimi söyleyemem. Özel hayatında ve günlük yaşantısında da kaypak bir adamdır ve dolandırıcılıktan birçok kez ceza yemiştir, yani anlattıklarına ne kadar güvenirsiniz orası size kalmış. Ekstra kitap olarak Selman Gerçeksever’in “Yıldızlardan Gelen Tanrılar” kitabını da okuyabilirsiniz. Gerçi ben anlatılanlara katılmıyorum ama, katılanlar olabiliyor. Uzaylı Tanrı Teorisi’yle alakalı da yazmış olduğum ayrı bir yazı bulunmakta, o yazıyı da şuraya ekleyerek Mu’dan devam edelim.


“James Churchward — Mu Kıtası” Kitabından Alıntılar

Öncelikle şunu belirteyim, önemli bilgilerin çoğu ve bu teorinin temelini oluşturan neredeyse bütün fikirler ilk kitapta aktarılmıştır. Diğer üç kitabı aynı teori’nin laciverti olarak gördüğümden, sizlere kolaylık olması sebebiyle sadece ilk kitaptan alıntılar yapacağım. (Alıntı olan kısımlar ince yazıyla belirtilmiştir) Bunu yapmaktaki sebebim hem daha fazla teknik bilgiye ve ayrıntıya girip yazıyı uzatmamak, hem de sıkmamaktır. Zaten bu yazıdan sonra meraklıları (sanıyorum ki) gidip bahsi geçen şahsın kitaplarını alıp ayrıntılı inceleme yapacaklardır. Kitapların isimlerine kaynakça kısmından ulaşabilirsiniz.

Sayfa 15 : “Dünyanın yaratılışının orjinal bir hikayesi de öğrendiklerim arasındaydı. İnsanın ilk var olduğu yer, Mu Kıtası idi. Cennet bahçesi denilen yer de orada bulunuyordu. Bu hikayeyi Mu’dan başlayıp, kaybolan kıtadan göç edenlerin yerleştiği Hindistan’a, Hindistan’dan Mısır’a, Mısır’dan Musa’nın onları kopyaladığı Sina tapınağına ve Musa’dan da Ezra’nın (Üzeyir) 800 yıl sonraki hatalı çevirilerine kadar takip ettim. Bu, Mu’nun gelenekleriyle bugün bildiğimiz yaratılış hikayesi arasındaki büyük benzerlikleri gördüklerinde, konuyu incelememiş olanlara bile akla yatkın gelecektir.”

Sayfa 20 : Mu’da ki yaratılış destanı; “Başlangıçta, evren sadece bir ruh veya özden ibaretti. Her şey yaşamdan yoksun, donuk, sessiz ve suskundu. Uzayın enginliği ıssız ve karanlıktı. Sadece Yaratıcı, dipsiz karanlığın içinde yol alıyordu. (Yaratıcı’nın diğer sıfatları; Yüce Ruh, Büyük Ezeli Güç, Yedi Başlı Yılan) O alemler yaratma arzusu duydu ve alemler yarattı. Dünya ve üzerindekilerin yaratılışı da şu şekilde gerçekleşti; (Burada Naacallerin ezoterik anlamlarını kullanacağım, çünkü bunlar okuyucu için en anlaşılabilir olanlar.)

Sayfa 21–22: Yedi Başlı Yılan’ın yedi üstün zihni, yedi emir verdi.” (7 sembolizmine dikkat)

İlk emir şuydu: “Şekilsiz, boşlukta dağılmış duran gazlar bir araya gelsin, o gazlardan bir dünya şekillensin. Ve gazlar fırıldanan bir kütle halinde bir araya geldiler.”

İkinci emir: “Gazlar katılaşsın ve Dünya’yı oluştursun. Ve gazlar katılaştı; bir kısmı daha sonra suları ve gökyüzünü oluşturmak için dışarıda kaldı; bir kısmı da yeni dünya tarafından sarıldı. Karanlık çökmüştü ve hiç ses yoktu, çünkü daha ne gökyüzü oluşmuştu, ne de su.”

Üçüncü emir: “Dışarıda kalan gazlar ayrılsın ve gökyüzü ile suları oluştursun. Ve gazlar ayrıldı. Bir kısmı suları oluşturdu ve sular dünyanın yüzünü hiç toprak görünmeyecek şekilde sardı. Suları oluşturmayan gazlar gökyüzünü oluşturdu.”

Dördüncü Emir : “Dünyanın sardığı gazlar toprağı suyun üzerine yükseltsin. Ve yeraltının alevleri, (Magma) onu kaplayan suların üzerinde belirene dek yükseltti ve kuru toprak ortaya çıktı.”

Beşinci Emir: “Sulardan yaşam doğsun. Ve Güneş’in ışınları, suların çamurunda dünyanın ışınlarıyla karşılaştı ve orada kozmik yumurtalar (canlı hücreler) doğdu. Bu kozmik yumurtalardan emredildiği gibi yaşam doğdu.

Altıncı Emir: “Karada yaşam doğsun. Ve Güneş’in ışınları, kuru toprağın tozlarında dünyanın ışınlarıyla karşılaştı ve onlardan kozmik yumurtalar meydana geldi. Bu yumurtalardan da karada yaşam doğdu, tıpkı emredildiği gibi. Ve tüm bunlar olup bittikten sonra yedinci zihin konuştu, bize benzeyecek olan insanı yaratalım ve ona dünyayı yönetmesi için güçler bahşedelim.”

Tanıdık gelmiştir herhalde. 6 gün, 6 aşama benzerliğinden ziyade, insanın Tanrı’ya benzer yaratılışı çok dikkat çekici. Aynı Semavi dinlerdeki gibi.

Yedinci Emir: “Ve sonra Narayana, Yedi Başlı Zihin, insanı yarattı; onun bedenine yaşayan, ölümsüz bir ruh yerleştirdi ve insan, zekasıyla Narayana’nın benzeri oldu. Ve yaratılış böylece tamamlandı.

6 aşamada evren yaratılmış. Burada insan için de bir aşama olduğu gösteriliyor. 7. bir aşama insana ayrılmış.

Mu Teolojisine Benzerlik Gösteren Diğer Teolojiler

Buradaki yaratılış efsanesi, Kitabı Mukaddes’de (İncil, Tevrat, Zebur) anlatılan hikaye ile şaşırtıcı derecede benzer. Zaten yaratılış ve devamını takip eden bir çok anlatım, dünyanın neredeyse bütün dinlerinde çok benzer, ufak farklılıklar göstererek anlatılır. Hatta isimler bile neredeyse değişmemiştir. Bkz: Adem, Adam, Adm, Addom ve Havva, Hawa, Evi, İva.

Buradan varılabilecek tek sonuç, bütün bu efsanelerin ortak kökenli olduğu. Ayrıca bkz:

Manava Dharma Sastra, Kitap 2, Sloka 74: “Başlangıçta yalnızca Adite denilen sonsuzluk vardı.”

Kitap 1, Sloka 8: “Bu tohum bir yumurta oldu.”
Kitap 1, Sloka 9: “O, önce suları yarattı ve o sulara bir yumurta bıraktı.”
Kitap 1, Sloka 10: “Başlangıçta görünen evren yalnızca karanlıktı.”
Rig Veda, Sayfa 3: “Onun dışında hiçbir şey yoktu, her şey karanlıktı.”
Sayfa 4: “O ki havadaki ışığı seçip ayıran.

Aitarêya-A’ram-’ya; Sloka 4–8: “Başta bu evren bir ruhtan ibaretti, canlı veya cansız hiçbir şey var olmamıştı. ‘Alemler yaratmayı arzuluyorum,’ diye düşündü ve alemleri, ışığı, ölümlü varlıkları, içinde ışığı barındıran gökyüzünü, çürüyüp giden toprağı ve suların hakim olduğu derinlikleri yarattı.”

Bunlar daha da sıralanabilir. Musa’nın, Kitab-ı Mukaddes’te kaleme aldığı, Mısır yaratılış efsanesinin, Naacaller’in yedi kutsal ilhamlı yazıyı, dini ve bilimi öğretmek için Mısır’a gittiklerinde Hindistan’dan getirdikleri ve oradan kopyalandıkları fikri daha da güçleniyor böylece.

Mu, Sayfa 34: İnsanın yaratılışı konusunu Meksika Taş Tabletleri şöyle sunuyor: “İlk insan iki öze sahipti. Bu ilk yaratım, uykuya yatırıldı. Uykusunda özler ikiye ayrıldı ve ilk insan iki oldu. Bir adam ve bir kadın. Bundan sonra erkek ve kadın çoğaldı, tüm insanlık bunlardan geldi.”

Görüldüğü üzere henüz kovulan bir Adem veya Havva yok. Fakat Adem ve Havva benzeri efsaneler her yerde mevcut. Örneğin; Adem’in kaburgasından Havva’nın yaratıldığı söylenir. Bir özden başka bir öz yaratılması konusu.

Yunan filozofu Eflatun şöyle yazıyor:
“Başta insanlar erkek ve kadın aynı bedende var olmak suretiyle yaratılmışlardı. Her bedenin dört kolu ve dört bacağı vardı. (Hint çizimlerini anımsamak gerek) Bedenleri yuvarlaktı. Zaman geçtikçe tanrılara karşı saygısızlık yapmaya başladılar. Kurban sunmayı bıraktılar ve hatta Olimpos Dağı’na çıkıp tanrılara saldırarak onları tahtlarından indirmekle tehdit etmeye başladılar. Tanrılar, tehlikeli olduklarını düşünüp öldürmek istediler, daha sonra ise bedenlerini ikiye bölmeye karar verdiler. ‘Böylece sadece iki kolları ve iki bacakları olur, sayıları iki katı olacağı için bize iki kat fazla kurban sunarlar. En önemlisi de, biri diğer yarısını aramakla o kadar meşgul olur ki bizi rahatsız edecek vakit bulamazlar.’ Bu işe yaradı, her yarım insan öteki diğer yarısını (Ruh eşini) aramakla öyle meşgul oldu ki, diğer her şey bir kenara bırakıldı.”


Lao Tzu da, M.Ö 500'de Tao-te-King’de şöyle yazıyor: 
“Mantık, Tao, Bir’i yarattı. Bir, iki oldu; ikisi birlikte üçü oluşturdu ve üç de bütün varlıkları.”


Kutsal üç sembolizmi. Mu’nun 3 kara parçası olmasından geldiği düşünülüyor, çünkü Üç sembolizmi çoğu dinde karşımıza çıkıyor. Örn: Hristiyanlık

Sayfa 56: “Daha önce de belirttiğim gibi, kayıtlar bize insanoğlunun ortaya çıkışının Mu Kıtası’nda gerçekleştiğini ve Polinezya Adaları’nın, Mu’nun su yüzeyinde kalmayı başaran parçaları olduğunu gösteriyor. Kayıtlar ayrıca Meksika ve Orta Amerika’nın, Mu halkı tarafından kolonize edildiğini de ortaya koyuyor. Gelenekler de Mu’dan gelen bu yerleşimcilerin, sarışın beyazlar olduklarını; bu sarışın insanların başka bir beyaz ırk olan kumral insanlar tarafından ülkeden sürüldüklerini ve gemileriyle doğan güneşin yönündeki topraklara, doğuya yolculuk ederek Avrupa’nın kuzeyine, bugün İskandinavya olarak bilinen bölgeye yerleştiklerini anlatıyor. Aynı kaynaklar, kumral ırkın Maya, Orta Amerika üzerinden Güney Avrupa, Anadolu ve Kuzey Afrika’ya kadar koloniler kurarak yerleştiklerinden bahsediyor.”

Ayrıntılı incelemek isteyenler James Churchwald’ın kitaplarını alıp, okuyup, ardından bölgesel mitolojiler hakkında araştırmalar yapıp kontrol edebilirler. Bunun yanında biraz Ezoterizm ve Sembolizm araştırmaları yapmakta fayda var.

Diğer Hususlar

Görünüşe göre Mu kolonileri, yeterince genişleyip kendilerini yönetecek hale geldiğinde, imparatorluk veya krallıklar haline geliyor, fakat anayurda bağlı kalıyorlardı. Bu sayede tüm dünya, tek bir merkezden yönetilen büyük bir aile haline geliyordu. (Masonluğun ‘Tek Dünya Düzeni’ felsefesi gibi, Ayrıca New Age Spiritüalizm’in de misyonu budur. Milletsiz, devletsiz, ırksız, tek bir toplum düzeni.) Dünyayı yöneten güç; Mu iken, Güneş ise, onun ufak kolonilerinin oluşturduğu krallıkların da sembolü haline geliyordu. Fakat Mu, tepede tamamen parıldayan bir Güneş iken, Koloni İmparatorluklar ya parlamayan, ya da yarısı görünen güneş sembollerini bayraklarında taşımaktaydılar. Böylece Mu’ya bağlılıklarını sembolize etmiş oluyorlardı ve yine Mu’da olduğu gibi, Kolonilerdeki Krallar da, Güneş’in Oğlu ünvanını alıyorlar fakat Ra Mu ile aynı kabul edilmiyorlardı.

Deccan, Hindistan’daki Maya kolonisi bir krallığa dönüştüğünde, ilk kral Ra Ma adını almıştı. Arması yalnızca yarısı ufkun üzerinde gösterilen güneşti. Şu anda bile hala güneş sembolünü taşımaktadır. Fakat ya artık Mu imparatorluğu kalmadığından, ya da başka sebeplerle artık güneşleri yarım değil, tam’dır. Fakat imparatorları da yine Güneş’in Oğlu ünvanını almıştır. Doğan güneş günümüzde de çeşitli ülkelerin bayraklarında görülüyor. Bunların arasında Japonya, Pers (Eski İran) ve bazı Orta Amerika cumhuriyetleri de var.
Örnekler çoğaltılabilir ama ben bahsi geçen üçünü vermekle yetineceğim:

Deccan’s National Flag
Persian, İran Flag
Japan Flag

Güneş ve Sembolizme Giriş

Yani arkadaşlar, bu Kıta’nın varlığı kanıtlansa da kanıtlanmasa da, tabletlerin yaşı, bildiğimiz dinlerden daha eski ve tabletlerin anlattığı din, bildiğimiz dinlerin kaynağını oluşturuyor. Tabletlerde yazı yerine sembol kullanılmasına gerekçe olarak ise, “ezberlenmesi kolay” fikri öne sürülüyor. Genellikle ilkel insanın aklı, özel bir eğitime tabi tutulmadan “sonsuz”, “ebedi”, “yüce” gibi kavramları anlayamayacak kadar bilgisiz bir durumdaydı. İnsanın böyle kavramları anlamasını sağlamak için ona önce bir Tanrı’nın varlığı, sonra Cennet, Cehennem gibi ölümden sonrası ile alakalı şeyleri açıklamak için kolay kavranabilecek semboller seçilmesi gerekti. Böylece Hristiyanlık da dahil olmak üzere tüm dinlerin içine işlemiş bulunan sembolik anlatımlara sahip birçok pantheonun temeli atılmış oldu. 7 ve 3 sembolizmi de buna dahil. Plotinus’un Yeni Platonculuk akımını yaratıp, Hristiyanlığın içine Sudûr Teorisi’ni yerleştirmesi ve İncil’in yarısını kaplayan Pavlos’un (Saul) mektuplarında özellikle 7 sembolizmini kullanması da, spiritüalist fikrin Plotinus, sembolizmin ise Saul ile yerleştirildiğini bize göstermektedir. Zaten 1. İznik Konsili’nde yapılan “Kitab-ı Mukaddes Tasarısı” bize yeterince detay vermektedir. Ek olarak ilk yıllarda sembolü Balık olan(Çünkü İsa 2 balık ile binlerce kişiyi doyurmuştur) Hristiyanlığın, zamanla İsa’nın üstünde öldüğü Çarmıh sembolünü kabul etmesi de manidardır.

Musa, Osiris dininin bir uzantısı olarak tek tanrıcılığın temellerini attı; fakat öğretilerinde bu dinin sembollerini kullanmayı sürdürdü. Aslına bakılırsa bu sembollerin bazıları halen Yahudi Sinagoglarında ve Masonlukta görülebilir. Bu konu için fotoğraflar dizmeye gerek görmüyorum, kolayca ulaşılabilir. Hem Masonluk konusuna girmek de istemiyorum, çünkü yazı uzayacaktır.

İsa’nın ise öğretileri hep atasözleri şeklindedir. İncil’i okuyan herkes bilir ki, İncil benzetmelerle ve sembolik anlatımlarla doludur. Hatta İsa bunu açık açık söylemektedir, “anlatırım da, başka türlüsünü siz anlayamazsınız” demektedir açıkça. İlkel insan bir sembol kullandığında bu onun gözünün önündeki nesneyi değil, aklında temsil ettiklerini anlatır. Bu ilkel ve antik gelenek bize yakın olmayı sürdürmektedir. Aslında bir bakıma yazı bile böyledir. Sesleri sembolize edişimizdir. Harflere anlam katışımızdır. Yazı milletten millete fark gösterebilir, alfabe karışık olabilir fakat temel semboller daha basit ve kolay ulaşılabilir motiflerdir. Neticede bunlar, imza niteliğinde olan şeyler. Dolayısıyla farklı kültürlerde aynı sembollerin görünmesi tesadüf olabilir de, olmayabilir de.

Kare, daire gibi sembollerden tutun, karışık sembollere kadar bu böyledir. Uxmal, Yucatan’daki Kutsal Gizemler Tapınağı’nın duvarındaki semboller, bu çalışmayla ilgili (Mu’ya dayanıp dayanmadığı) olmaları nedeniyle büyük önem taşıyor. Mısır tapınaklarında, piramitlerinde, Yunan mitolojisinde geçen sembollerin çoğu, daha önce de belirtildiği gibi, Güney Denizi Adaları’ndaki harabeler arasında, ve Pasifiğin çevresinde bolca görülmekte. Bu semboller özellikle Masonlar için dikkat çekici. Çünkü yalnızca Masonluğun kökenini açıklamakla kalmıyor, ne kadar eskiye dayandığını da gözler önüne seriyor. Bu da Yahudilerin nasıl olup da kendilerini bir anda Kutsal ırk ilan ettiklerini ve hikayelerine nereden esinlendiklerine bir işarettir.

Yahudiler ve Tevrat üzerine hazırladığım ayrı bir yazı için bknz:


Sembollere dönersek; Güneş sembolü hem Tanrı, hem de sonsuzluğun sembolü olarak seçilmiştir. Çünkü bir çember olarak resmedilir ve çemberin başı veya sonu yoktur. Özellikle Güneş’in seçilmesi ise, hem yaşam vermesi hem de insan gözünün gördüğü en güçlü ve akılda kalan şey olması sebebiyledir.

Naga nüshalarında, “İnsan için yaratıcı anlaşılmazdır ve bu sebeple o ne resimlendirilebilir, ne de adlandırılabilir.” yazmaktadır.

Lao Tzu, M.Ö 604: “Kelimelerle ifade edilebilen Tao, ebedi Tao değildir. Dile getirilebilen ad, onun ebedi adı değildir. Adı olmayan O, cennetin ve dünyanın başlangıcıdır.”

Şimdi yazılacaklar M.Ö. 1320'ye ait. Anana tarafından yazılmış bir Mısır papirüsünden alıntılardır. Anana, Firavun II. Seti’nin baş katibi ve danışmanıydı. Belge; Anana Papirüsü.

Oku, daha doğmamış günleri bulacaksın. Oku, geleceğin evladı; oku ve sana çok uzak gelen ama aslında sana çok yakın olan o geçmişin sırlarını öğren.”

“Bir kez yaşayıp sonsuza dek göçüp gitmez insan. Birçok yerde birçok kez yaşar, hep bu dünyada olmasa da.” (Mu’nun sürekli enkarne inancı.)

“Dinimiz bize ebediyen yaşayacağımızı öğretir. Sonu olmadığı için başı olmayan ebediyet, bir çemberdir.”

“İnsanların gözünde Tanrı’nın bir çok yüzü vardır; yine de herkes kendi gördüğünün gerçek olduğuna yemin eder. Yine de hepsi yanılır, çünkü hepsi haklıdır.

“Eğer çok sevdiğin birini kaybedersen huzurlu ol. Ölüm, onu uykuya yatıran bir dadı yalnızca, başka bir şey değil. Sabah olduğunda o, başlangıçtan beri kendisine eşlik edenlerle birlikte farklı bir günde yolculuk etmek için yeniden uyanacak.” 

“Evet, ruhların Güneş Ra’dan ve yıldızlardan daha uzun yaşayabileceklerine inanıyorum.”

Ruhun güneşten uzun yaşayabileceğine inanılıyor olması, Güneş’in Tanrı değil, yalnızca bir sembol olduğunu açıkca gösteriyor. Ayrıca, sonsuz Tanrı’nın sembolü’nün çember olduğunu söylemiştik, çünkü başı veya sonu olmayan çember, sonsuzluğu ifade etmek için en basit semboldür. Mu inancına göre “Bedeni ve şekli olan her şey, şekli olmayan bir şey tarafından yaratılmıştır.” Atatürk, özellikle kitaptaki bu pasaj’ın altını çizmiş ve “önemli” diye not düşmüştür. Şuan Kuantum Teorisine ve bir yandan Sicim Teorisine göre de şekiller bizim algılarımızdır, her şey özünde şekilsizdir. Kısacası evrenin bu fizikselliğini oluşturan her şey, fiziksel olmayan şeylerdir.

Kuantum fiziğine birkaç kere değindim, değinmek de zorundayım. Dolayısıyla bu hususta bilgi vermezsem yanlış yapmış olurum. 

Mu Sembolizmi

Size çember örneğinden bahsettim. Daha bir çok örnek var ve ben sıra sıra gitmeyi düşünüyorum. Bunlardan biri de Kare.

Kare, 4 kenarı ile 4 elementi,(Ateş, Su, Toprak, Hava) 
4 yönü (Doğu, Batı, Kuzey, Güney) temsil ederken, her yöne de bir koruyucu atanmıştır. Biz de zaman zaman dünyanın 4 bucağı demiyor muyuz? 

Evrenin 4 temel yasasını temsil ederken, zamanla bunlara kutsal sıfatlar verilmiştir. Ayrıca, Kutsal Dörtlü’yü sembolize etmek için, Haç kullanılmaya da başlanmıştır. Bu haç da Swastika gibi, değişkenlik gösterip birçok anlama getirilmiştir. Kullanılan semboller ve isimler değişse de, Mahşerin 4 Atlısı gibi, 4 Melek gibi, 4 sembolü her zaman aynı anlamda kullanılmıştır. Kutsal 4lü, 7 Emir’in yapıcılarıydı. Tanrı 7 emir verdi, bunu kutsal 4 lü yaptı. Artık siz buna 4 element fiziksel olarak kainatı oluşturdu dersiniz, Yahut Allah’ın izniyle 4 Başmelek yaptı dersiniz, (Ki Başmeleklerin görevi zaten doğa kanunlarını yönetmektir) orası size kalmış.


Dört sembolizmine ve Mahşerin Dört Atlısı’na girmişken, bu konuyla alakalı ayrıntılı başka bir yazım var. 


Bu Büyük Dörtlü, daha sonraları Zerdüştçüler tarafından Amshaspand, İbraniler tarafından Elohim ve Seraph, Hesiodos’un teogonisinde de Rabiri ve Titon adlarıyla anıldılar. Bugün kullanılan genel adı ise Dört Büyük Melek. Bu 4 güç, ortasında bir Çember ile, veya Çemberin içinde olarak resmedildiği zaman, Tanrı’nın 4 temel gücü yönettiği, veya 4 Temel gücün Tanrı ile bir olduğu, ondan geldiği mesajını vermektedir. Bu arada, 4 Temel Güc’ü sembolize etmede kullanılan bilindik en son sembol ise Kanatlı Çember. (Elinde borozanı ile tasvir edilmiş Başmelek resimlerini saymazsak tabi.) Bununla alakalı örnekler vermek gerekirse;
Bilinen en eski tüy kanatlı çember sembolü bu. (Naacal)
Guatemala. Niven tarafından bulunmuş 2600 küsür tabletlerin içindeki tek kanatlı çember.
Asur
Mısır. (En bilindik hali)
Pers. Kanatlı Çember’i en başarılı çağında bulmak için Asurlular, Babilliler ve Mısırlılar zamanına, yani M.Ö 3000–1000 yıllarına bakmalıyız.
Mısır, Eğik Kanatlı. Kraliçe Hatşeput’un mezar odasında, girişin karşısındaki duvarda kanatlı bir çember resmedilmiş. Kanatların eğik olması tahminen özel himayeyi, korumayı temsil ediyor.
Mısır, I. Tuthmosis’in mezar odasından.
Yunan.

Önemli olan bir diğer sembol ise, Üçgen

Üçgen sembolü, üçlü tanrı inancının temelinde yatmaktadır. Trinity, Trinite veya Üçlübirlik. Üçgenin bir kenarı yeryüzünü, bir kenarı cenneti, bir kenarı ise insanı/Tanrı’yı temsil ediyor. Hristiyanlıkta ise bu Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’a çevirilmiştir. Üçgenin içine koyulan Göz ise, Ra’nın heryeri gören gözü, yani birbakıma bu Tanrı’nın her şeyin arasında (ruhani evren, maddesel evren ve insan aklı) olduğu anlayışını çıkarıyor. Size eskiden Piramitlerin tepesine kristaller ve pahalı madenlerle bir baş işlendiğini, bunun amacının da büyü gibi şeyler için güneş ışığını yansıtmak olduğunu aktarmıştım. Ayrıca şimdi de size “her şeyi gören göz”den bahsettim. Bu size İlluminati hikayelerini hatırlatmıyor mu? Gelin size Piramitlerin tepesine ve “her yeri gören, her şeyi izleyen” göze atıf yapan bir şey göstereyim:

Amerikan Doları
Tanıdık geldi mi? Bu sembol Mu’dan Osiris’e, Osiris’den Hermes’e ve Hermes’ten de Masonluğa kadar gelmeyi sürdürmüştür. İster Siyonizm, İster İllüminati, İster bakkal Remzi Amca diyin, farketmez. Sembol açıkça günümüzde bile kullanılmaktadır. Bunun yanında Üçlü birlik inancını temsil etmek için Y harfi de kullanılmıştır. Çünkü Y harfi, 3 köşeyi birlikte gösteren bir harftir ve, Uygur ve Çinlilerde görülebilir. Başlangıçta tasarlanan Çarmıhların şekli ve zaten çarmıhta asılı duran insanın da göründüğü şekil Y şeklidir, bu da “Bu kişi Tanrı huzurunda veya Tanrı’da kurban edildi-öldürüldü-cezalandırıldı” mesajını içermektedir. 3 Sembolizminin çıkış sebeplerinden biri de, Mu’nun 3 kara parçasından oluşuyor olmasıdır. Mu, Atlantis ve Lemurya.
Ayrıca, bilindik bir sembolü oluşturan bu Üçgenleri tek tek göstermek gerekirse;
Hz. Davud Yıldızı.
Bu üçgenlerden yukarıya dönük olanı iyiliği ve Tanrı’ya giden yolu, aşağı bakanları ise yeniden doğuş yasası gereğince geriye dönüşü ve aynı zamanda olumsuzu (kötülüğü) simgeler. Her ikisinin iç içe geçerek oluşturduğu 6 köşeli yıldız, Adaletin sembolüdür ve ayrıca iyiliğin ve kötülüğün de bir arada bulunduğunun simgesidir. Buradan “4 Temel güç, evrenin yasalarını kontrol ederek adaleti sağlar” anlamı da çıkarılabilir. Yahudiler bunu Hz. Davut Yıldızı’na çevirmişlerdir. Kısacası:

Çember; Güneşi ve Tanrı’nın sonsuzluğunu, 
Üçgen; Üçlübirlik ve Mu’yu, 
Kare; Dört Temel Kuvvet’i sembolize eder ve akılda kalması en kolay bu üç sembol, birçok şeyin tarifi için kullanılabilir.


Buna sadece Mu’da değil, bahsi geçen bütün dinlerde rastlamak mümkündür. Zamanla Üçgen’in içine Göz konulmuş, Kare Swastika’ya, oradan Haç veya Kanatlı Çember’e dönüştürülmüştür. Bunlar hem Mu kayıtlarındaki yan semboller, hem de zamanla anlamı değiştirilerek kullanılmış şifre niteliğinde sembollerdir. Kabbalah öğretisinin de, Masonluğun da aleti haline getirilmiştir. Yahudi Mistisizmini ve ezoterizmi incelemiş olanlar demek istediklerimi çok net anlayacaklardır.
Sembollere değinmişken; Mu Kraliyet Arması’nı incelemeden olmaz.
Mu Kraliyet Arması
1. Sembol; Mu Kraliyet Arması. Bu armadaki şekillerin Hintliler, Maoriler, Nevada yerlileri, Meksikalılar ve Guatamalılar ve ayrıca Gobi Çölü’nde yaşamış olan bazı topluluklar tarafından kullanıldığı verilerine rastlanıldı.

2. Sembol; En dışta yer alan bölüm; Mu alfabesindeki M şeklidir ve bu kıtanın simgesel harfidir.

3. Sembol; Dört sayısını ve dört gücü ifade ettiği düşünülebilir. U-lu-mil diye okunur ve “… İmparatorluğu.” anlamına da gelir. Diğer tabletlerde de buna rastlıyoruz.

4. Sembol; Hiyegorlifi çevreleyen daire. Yani Güneş. Kısacası bu üçünün birleşimi “Mu, Güneş İmparatorluğu” olarak okunuyor.

5. Sembol; Önemli bir sembol. Çünkü, Mu Kraliyet Arması’ndaki şekillerin halen pek çok yaşayan kültürde, üstelik aynı anlam bütünlüğünde kullanılması ilginçtir. Bugün özellikle Japonya’nın bayrağındaki güneş şekli ve kendilerini “Güneş İmparatorluğu” olarak anmalarının kökeninde bu nedenler yatıyor. Armanın içindeki bu 8 köşeli yıldız, Güneş’in ışınlarını da temsil eder, ve 8 temel noktayı da simgeler. Ayrıca Mu’nun dünyanın her yanına hakim olduğu kanısına da varılabilir.
Diğer önemli bir sembol ise Mu Kozmik Diyagramı.
Mu Kozmik Dİyagramı
1. Sembol; Anlaşıldığı üzere incelenecek olan sembol. Parçalara ayırıp bakacağız.

2. Sembol; aşağı doğru inen 8 şerit. Aşağı doğru Üçgen örneğinde verildiği gibi, bu da aşağı, geriye gidişi ve yeniden doğuşu simgeliyor. Ancak, bu 8 şerit, ruhun enkarne olurken aşması gereken 8 aşamayı da gösteriyor. Ruh, en alt kademeden, yani cansız varlıktan mükemmele, yani ‘üstün insan’a ulaşmak zorundadır. Bu 8 yol, Buddha’nın öğrettiği 8 temel bilgeliğin hemen hemen aynısıdır. Yazının başlangıcında Spiritüalizm Dini’ni konu alan kitaplarda da 8 Varlık Boyutu’ndan bahsedilir. Dünyamızdaki insanlar henüz 4. Varlık Boyutu seviyesindedirler. Atomlardan bitkilere, hayvanlara, insanlara hatta diğer uzaylı yaşam formları ve meleklere kadar varlık kademeleri sıralanmıştır ve 8. aşama son aşamadır, Tanrı Katı’dır. Yani her ruh en ufak maddeden başlayarak, en gelişmiş varlığa evrimleşene kadar yüzlerce, binlerce kere reenkarnasyon geçirir ve her reenkarnasyonda bazı karmaları ve olumsuzları aşar, geride bırakır.

3. Sembol; 6 Köşeli yıldızın çevresindeki çember, çeviriye göre dünyadan başka alemler de bulunduğunu söylemek istiyor. Bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durması gereken 12 kötülüğü simgeler. İnsan ruhu, diğer alemlere geçmeden önce, bu dünyasal 12 kötü eğilimden kurtulmak zorundadır. Bu 12 kötü eğilim, iğvanın simgeleştirilmiş halidir.

Musa’da bu 12'den 10'a düşürülmüştür. İsa ise, Şeytan’ı yenerken (Ki her mitolojide seçilen kişi kötülüğü yener) bu kötü eğilimlerin üstesinden gelip tertemiz bir şekilde Tanrı’ya ulaşılacağını göstermiştir. İnsanları da buna teşvik etmek için, “Işık, gerçek ve yol benim.”, “Benim aracılığım olmadan kimse Baba’ya ulaşamaz.” “Kötülüğü, Şeytan’ı ve Ölüm’ü yendim” gibi mesajlar verirken de bunu anlatmayı amaçlıyordu diye düşünüyorum.

4. Sembol; bilindik 6 köşeli yıldız. Bahsettiğim gibi bu Adalet/Denge Yıldızı’dır ve iyinin ve kötünün bir arada bulunduğunu simgeler. Yıldızın dışındaki daire, Tanrı’nın her şeyi çevrelediği ve üzerinde olduğu, ortasındaki daire ise Güneş Ra, yani Tanrı, ayrıca onun her şeyi gören gözünü temsil eder. Bu sembol Mısır’da da kullanılmıştır ve Masonlukta da kullanılmaya devam edilmiştir.

Bir diğer kutsal sembol ise Sütunlardır

2 Sütun, tapınakların girişine dikilir. Bu iki sütunu yıkmak, tapınağı yıkmak anlamına gelir. (Bu bağlamda İkiz Kuleler’in bombalanması bir çok şeye mesaj niteliğindedir.)
Afrika yerlilerinde ve Pasifik’te, bütün ilkel toplumlarda bir put gibi, 2 uzun Totem Direği (Sütun) dikilir ve tapınma aracı olarak kullanılır. Buna Yeni Zelanda ve Kuzeybatı Amerika’da da rastlanır. Bu insanlığın ilk çağlarından beri (Babil Kulesi gibi) önemli bir yer edinmiştir. Mısırlılar, mitolojilerinde Amenti’nin girişine iki Sütun yerleştirdiler. Mısır’ın Ölüler Kitabı’nda, bunlardan bir tanesine “güç” anlamına gelen Tat, diğerine ise “kurulmak” anlamına gelen Tattu deniliyor. Bir araya geldiğinde “Güç ile Kuruldu” anlamı çıkıyor.

Tevrat, 1. Krallar 7. bölüm’de: “Kral Süleyman’ın tapınağı’nın girişi veya sundurmasında iki özel sütun dikilmişti. Ve o sütunları tapınağın sundurmasına dikti. Sağdaki sütunu dikip (22.) ona Yakin, soldaki sütunu dikip ona Boaz adını verdi.” diye geçiyor.

İbranicede Yakin kelimesi “Kurmak” ve Boaz ise “Güç ile” anlamına geliyor. Kral Süleyman’ın Tapınağına ve ayrıca Osiris’in Hükum Salonu’nun girişine ikişer sütun dikilmişti. Aynı anlamı taşıyan iki sütun. Üzerlerindeki süslemeler de, bilgilere göre zambak/nilüfer şeklindeki başlıklarına kadar aynıdır ve bu da Kral Süleyman’ın Kudüs’deki Tapınağı için Amenti’deki sütunların bire bir kopyalarını yaptırdığını göstermektedir. Hatta belki bahsi geçen iki kişinin “aynı kişi” olduğunu bile ileri sürebiliriz. Neticede dini metinlerde tarihlendirmeye fazla güven olmuyor, hatta zaten genelde geçmişin tanrıları, zamanla peygamberler haline geliyorlar ve efsaneler gittikçe evrimleşerek başka şekiller alıyorlar. Bunu dünyaca ünlü, Türkiye’nin çıkardığı en önemli akademisyen olan ve Harvard Üniversitesi gibi dünyanın en önemli ünversitelerinde eğitim görevlisi olarak hizmet veren Prof. Gönül Tekin’in kitaplarından daha ayrıntılı takip edebilirsiniz.

7 Başlı Yılan

Tüm antik uluslar, Mu’nun diyagramını kopyalamışlardır. Yucatan Mayaları, Hindistan, Naga-Mayaları, Babilliler, Asurlular, Mısırlılar ve Kuzey Amerika’nın güneybatısındaki Pueblo Kızılderilileri. Bunlar arasında yalnızca biri orjinal anlamıyla beraber basit yapısını korumayı başardı: Yucatan Mayaları. Geri kalanların tümüne, Pueblolarınki hariç, yeni şekiller ve tasvirler eklendi.

Bunu en sık yapmış olanlar ise Mısır Ruhban sınıfıdır. Bunlar önce Şeytan’ı icat edip, ona bir mesken bulmaları gerektiği için de Cehennem’i uydurdular. Ardından insanın günahlı olduğu, affedilmesi gerektiği, bilmem kaç bin sene önce birisi yasak meyve yedi diye Tanrı’ya borçlandığı gibi birçok değişik hikaye katarak, Siyonizm’in doğmasına olanak sağladılar. Beş bin yıl önce ne Şeytan ne de Cehennem bilinmiyordu. Bu uydurmaların halk üzerindeki etkilerini gören Hindistan ruhban sınıfı, Mısır’ın Kötülük Temsilcisi Seth’i, Hindistan’ın Şiva’sı ile takip etmekte gecikmedi. Ardından Yunan’daki Hades…

Yedi Başlı Yılan ile Tanrı Tasviri’ne gelirsek, bundan önce bir ara bilgi geçeyim. 7 başlı yılan sembolü, yakın tarihte insan şekline dönüştürülerek, Hindistan’da Tanrı’yı simgelemek amaçlı kullanılmaya başlanmıştır. 4 Kollu olarak! 2 Bacak, 4 kol ve 1 kafa!
4 Kollu insan 7 güçlü uzvu ve 7 iradesi ile, bütün 7'leri temsil ediyor. 7 Başlı Yılan’ı Tanrı olarak kullanan uluslardan sonra, Hindistan’da da Tanrı 4 Kollu İnsan olarak çizilmiştir. Ancak ben, genel olarak bilinen 7 Başlı Yılan sembolizminden örnekler vermeyi daha gerekli görüyorum. Bu, her kültürde yer etmiş, zamanla değişimlere uğramıştır; 7 başlı beyaz yılan, kestikçe kafası tekrar çıkan ölümsüz yılana dönüşmüştür. 

Bu figür yaratıcıyı ve yaratılışı sembolize ediyor ve ismi değişse hatta farklı bir hikaye uydurulsa bile her kültürde 7 başlı ve beyaz (saf, temiz) renkte olduğu özellikle vurgulanıyor. Bu da sembolizmin akılda kalıcılığının bir kanıtıdır aslında. Hint eserlerinde hem Caisha, hem de Narayana olarak adlandırılıyor. Arnavutça’da ise Kulchedra olarak bilinmekte. Bunun yanında Yucatan Mayalarındaki adı Ah-ac-chapat, bugün Kamboçya’da verilen adı ise Naga’dır. Bazı mitolojilerde misyonu farklı olmakla birlikte, Hydra veya Phymath gibi değişik varlıklar şeklinde de yer almıştır.


Antik Burma’nın bir parçası olan Kamboçya’daki Angkor Thom’da, dünyanın mimari harikaları arasında sayılabilecek binlerce yıllık muhteşem bir tapınağın kalıntıları bulunuyor. Yedi Başlı Yılan figürü bu kalıntıların birçok yerinde görülse de, en önemli örnek tapınağın girişinde yer alıyor. Başları 8 ila 10 feet arası yüksekliğe kadar ulaşan birer Yedi Başlı Yılan heykeli var. Japon mitolojisinde de ölümsüz yılan ile alakalı hikayeler var.. Zamanla Tanrı sembolü olmaktan, ölümsüzlüğün sembolü olmaya geçmiş, o ölümsüzlüğe de Şeytan ile birlikte birçok kimlik giydirilmiş. Herkül efsanesinde bile bahsi geçmiştir. Hatta bu yılanın savaşarak öldürülmesi veya mağlup edilmesi, bir nevi başrol karakterimizin Tanrı’yı yenmesi ve evrenin en güçlüsü olmasına bir göndermedir.

Dininde Şeytan, Cehennem ve kötülüğe hiçbir yer bırakmayan böyle bir gelişmiş medeniyetin izleri, hatta belki de şuanki bütün insanların gelmiş olduğu bu kara parçası; malesef yok olmuş. Kalıntıları ise bütün medeniyetlerin temeline oturmuş. Mu ile alakalı daha çok bilgi edinmek istiyorsanız, bahsettiğim kaynakları ve özellikle J.C’nin kitaplarını okumanız gerekiyor. Bunu özellikle söylüyorum, çünkü şu okuması 1 saat süren yazı bile benim özetleye özetleye hazırlamış olduğum bir yazıdır. Gerisini siz düşünün… Ardından, beyninizi rahatlatmak için de bahsi geçen medeniyetlerin mitolojilerini araştırmanız iyi gelebilir. Sümer tabletleri ve birçok kalıntıya göz atabilirsiniz ama henüz daha Mu’dan çıkamamışken Annunaki veya Agartha teorilerine giriş yaparsanız iyice örümcek ağına dolanır işin içinden çıkamazsınız. Dolayısıyla dikkatli olmakta fayda var.

Yazı’nın Sonlarına Gelirken...

Max Müller’in bazı sözlerini paylaşayım;

“Dinin amacı, onu nerede bulursak veya onunla nerede karşılaşırsak karşılaşalım, daima kutsaldır. Ne kadar kusurlu, ne kadar çocukça olursa olsun, her din her zaman insanın ruhunu Tanrı’nın huzuruna çıkarır ve Tanrı kavramı ne kadar kusurlu, ne kadar çocukça olursa olsun, her zaman insan ruhunun, o an için ulaşıp kavrayabileceği en yüksek mükemmeliyet idealini dile getirir.”
,
“Bir bakıma bütün dinler başlangıçlarında gerçek din olmuştu. Kendi zamanlarında mümkün olan tek din bunlardı. Her neslin dili, düşünceleri ve duygularıyla uyum içerisinde ve dünyanın yaşına uygundular. Bu sebeple antik dinlerin belirgin saçmalıklarını, budalalıklarını ve hatalarını en merhametli biçimde değerlendirmeliyiz.”
,
“Dinin, yabancılara gösterilen dış yüzüne fazla güvenilmemeli. Hristiyanlığın ilk ve en saf olduğu zamanlarda, inanmayan yazarlar arasında en aydın olanların sözlerine inanırsak, Hristiyanlık dini hayvanlara tapınmaktan ibaretti. Bu fikir, muhtemelen bebek İsa’yı emziren Meryem’in ilk resimlerinde başında Mısır tanrıçası Sati’nin inek boynuzlarıyla, bazen de Hathor’un boynuzlarıyla temsil edilmesinden kaynaklanıyordu.”

Ölüler Kitabı’ndan: Hathor, Mısır dilinde “Boynuzdan ev” anlamını taşır. Hathor, sıklıkla İsis’in nitelikleriyle tasvir edilir. Hathor, yalnızca güzel olanı değil, gerçek olan her şeyi temsil eder. İsis, Tanrı’nın dişi veya yaratıcı yönünün kişileşmiş haliydi. (Şuan Katoliklerin, Meryem’i kutsal kabul edip Tanrıça gibi tapınmasını aklınıza getirin. Ayrıca İsa ve Meryem ile alakalı, bu hikayeye sahip daha eski bir çok mitoloji de vardır. Bu konu ile alakalı daha sonra ayrıntılı bir yazı düzenleyebilirim.) Bu konular ile alakalı “Atalara Tapınma” fikrini de araştırmanızı tavsiye ederim. Hem zaten Mezopotamya dinlerine göz atmış olanlarınız İnanna, İştar ve Meryem ilişkisini de çözümleyerek aradaki bağlantıyı kuracaklardır.

Dini yasa koyucunun, sıradan ölümlülere kıyasla Tanrı’ya daha yakın olduğu inanışı, birçok ulusun antik gelenekleri arasında yer alıyor. Örneğin:
  • Mısırlılar, yasaların Mnevis’e, Hermes tarafından iletildiğine inanıyorlardı. 
  • Giritliler, Minos’un yasaları Zeus’tan aldığını söylüyorlardı. 
  • Spartalılar, Lykurgos’un yasalarını Apollon’dan aldığını söylüyorlardı. 
  • Arşkeri Zathraustes’in bunları İyi Ruh’dan edindiğine inanıyorlardı. 
  • Gatel’e göre Zamolscis, yasalarını tanrıça Hestia’dan, 
  • Yahudilere göre de Musa, yasalarını Yahve’den almıştı.

Din’in Evrimi

Arilerin, Yahudilerin ve Turanlıların, bu eski ırklar parçalanıp ayrı bir dile, dine ve ulus bilincine kavuşmadan önce temel bir dinleri vardı. En yüksek Tanrı, Hindistan, Yunanistan, İtalya ve Almanya’nın antik mitolojisinde aynı adı almış; Himalayalarda Dodona’nın meşe ağaçları arasında ve Almanya’nın başkentinde ya da ormanlarında yapılan ibadetlerde bu adı korumuştu. Adı; Sanskritçede Dyaus, Yunancada Zeus, Latincede Jovis ve Almancada Tiu idi.

Homer ve Veda’dan belki binlerce yıl önce, tüm Ari ırkının atalarının aynı adı taşıyan görünmez bir varlığa, dillerindeki en iyi ve yüce kelimelerle, Işık ve Gökyüzü olarak adlandırılan bir varlığa taptıklarını, dün kendi şahit olduğumuz bir olay kadar canlı bir biçimde görebilmekteyiz. Şimdi bunun doğaya tapınmak demek olduğunu söylemeyelim. Yani bir nevi Şamanizm. Niyetlenilen bu değildi ama ileri zamanlarda yozlaşarak bu hale gelmiş olması makuldür. Bir gökcismi olan güneşin Tanrılaştırılıp tapılması gibi. Sirius yıldızına tanrısal sıfatlar verilmesi ve Samanyolu’ndaki büyük yarığın, Ruhlar köprüsü veya öteki aleme geçiş çizgisi olduğunun düşünülmesi gibi.


Veda’da Dyaus Pitar, Yunancada Zeus Pater ve Latincede Jüpiter yakarışları var. Bu isim, bu dillerde, diller parçalara ayrılmadan önce neyi ifade ediyorsa aynı anlama geliyor. Gök Baba veya Gökçe Baba. (Gök Tanrı inancı gibi.) Ayrıca Hristiyanlar da “Göksel Babamız” diye dua etmiyor mu? İnsanoğlunun ilk dini, Tanrı ibadetinin basit ve en saf haliydi. Sonradan içine sızan aşırılıklar; rahiplerin sorumluluğuna verilen tüm büyük fikirlerin uğraştığı kaçınılmaz yozlaşmanın sonucuydu. Tanrı’ya tapınma, zamanla Atalara, sonra hayvanlara ve en sonunda sembollere (putlara) tapınmaya kadar düşmüştür. Her gelen yeni reform dini, (Semavi dinler) bir öncekinden daha geçerli olmak ve hataları daha aza indirmek amacı ile gelmiştir.

Mısırlı tarihçi Manetho bize “Hayvanlara tapınma”nın Mısır’a 11. Hanedan’ın ikinci kralı zamanında geldiğini anlatır. Tüm Mısır araştırmalarımda ilk hanedanlar zamanında hayvanlara tapıldığına dair en ufak bir iz bulamadım. Kufu ile 2. Ramses arasındaki zamanda bile bunun adına çok az rastlanıyor. Öte yandan, Mısırlıların oldukça erken bir zamanda temsil ettikleri kavramlar yerine, sembollerin kendisine tapmaya başladıkları açıkça görülüyor. Hayvan formundaki tanrıların ölülerin mezar odalarında resmedilmesi, 18. Hanedan’a kadar görülmemişti. (Örn Anubis gibi) III. Tuthmosis zamanında, mumyalanmış sembolik bir hayvan başına sahip bu sembollere sık rastlanıyor. Yani Ramses’in hükümdarlığından sonra hayvanlara tapınma arttı ve büyük ölçüde yayıldı.
Osiris gibi kişiler de böylece Tanrı kılığına büründürülmüş oldular. Bu, güç ve zenginliğe olan açlıklarıyla, Thoth tarafından Sais’te öğretilen saf, basit ve güzel Osiris Dini’ni kendi çıkarları için yozlaştıran rahiplerin eseriydi günümüz masonluğu. Bununla alakalı “Osiris Dini” kitabını okuyabilirsiniz. 

Antik kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla, yaklaşık M.Ö. 2000 yıllarında dünyanın her yerinde dinler bozularak birçok yerde insan kurban etmeye başladılar. Yalnızca Musa buna karşı çıkarak halkını doğru yolda tuttu. Bunu da insan kurbanından, hayvan kurbanına indirgeyerek yaptı. Sonrasında İsa gelip, artık buna da gerek kalmadı diyerek kurban etme ritüelini tamamen ortadan kaldırdı. Her ne kadar şuan İslam’ın içine kurban ritüeli tekrardan girmiş olsa da, orası ayrı bir konu. Hem zaten benim Kurban ritüeli hakkında hazırlamış olduğum ayrıntılı bir yazı mevcut. Bkz:


Yazının sonlarına geliyoruz. Size, yazı gidişatında sembolleri açıklarken akış hızını yavaşlatmamak için araya katmadığım bir konuyu tekrar açacağım. 4 temel kuvvetin, 4 kutsal sembole, Baş Meleğe dönüşmesinden önce, bunlara giydirilen sıfatlar ile alakalı biraz daha bilgi geçeyim. 4 temel kuvvet, yani 4 element, 4 Başmeleğe dönüştürülürken konudan ayrıştırılan “4 temel yön, doğu, batı, kuzey, güney”e de, Başmeleklerden bir düşük seviye olan varlıklar atanmış. (Ya efsaneyi zenginleştirmek için ya da Başmeleklerin yükünü hafifletmek için sanırım.) Bunlara, daha önce değindiğimiz gibi, ‘’4 Büyük Cin’’ de deniyor. Fiziksel evreni düzenleyen 4 Temel Güç’ün yanı sıra, Cennet’in Dört Sütunu adıyla da anılırlar. 4 yöndeki 4 sütuna, birer bekçi verilmiştir. Bunlar şunlardır;

Mayalar

Kan (Sarı) Bacab : Güneyde.
Chac (Kırmızı) Bacab : Doğuda.
Zac (Beyaz) Bacab : Kuzeyde.
Ek (Siyah) Bacab : Batıda.


Mısırlılar

Amset: Doğudaki Ruh.
Hapu: Batıdaki Ruh.
Tesautmutf: Kuzeydeki ruh.
Quabsenuf: Güneydeki Ruh.


Kaldeliler

Sed-Alap veya Kirub: İnsan yüzüne sahip bir boğa görünümündeydi.
Lamas veya Nigal: İnsan başlı bir aslan görünümündeydi.
Ustar: İnsan görünümündeydi.
Nattig: Bir kartal başı görünümündeydi.


Hindular

İndra-Cennetin Kralı: Doğuda.
Varouna-Suların Tanrısı: Batıda.
Rouvera-Servet Tanrısı: Kuzeyde.
Yama-Ölülerin Hâkimi: Güneyde.


Çinliler

Kendi ülkelerini bu şekilde tanımalama alışkanlıklarından ötürü, Çin’in dört dağı, yani Tse-Yo, dünyanın dört köşesiydi.

Tai-Tsong: Doğunun Yo’su.
Saing-Fou: Batının Yo’su.
Chen-Si: Kuzeyin Yo’su.
How-Kowang: Güneyin Yo’su.


Ve Yahudiler

Dört Tanrı, Sütun veya Dört Cin, adları ne olursa olsun bu kavram Yahudiler tarafından da reddedilmedi. Bunu, Tevrat’da görüyoruz.

Hezekiel 1:10'da; “Dördünün bir insan yüzü, bir aslan yüzü, bir öküz yüzü ve bir kartal yüzü vardı.” 
ve
Hezekiel 10:14'de; “İlk yüz bir Cherub, ikinci yüz bir insan yüzü, üçüncü yüz bir aslan yüzü, dördüncü yüz ise bir kartal yüzüydü.” sözleriyle görüyoruz.

Sonuç

Kafası karışan, veya tam olarak idrak edemeyenler için konuyu özetleyip, ardından kısa bir yazı ile bitiriyorum. Anlatım şeklime bakılarak sakın ha %100 böyle bir yerin varlığına inandığım düşünülmesin, ben teoriyi aktarıyorum sadece. Bunu yaparken de birçok farklı konuya değinerek bu teoriyi destekleyecek şeyleri sunuyorum sizlere...

İlk olarak; Kayıtlara göre dünya tarihinin bir döneminde, Pasifik Okyanusu’nda şimdi yalnızca su ve küçük ada grupları bulunan yerde büyük bir kıta vardı.

İkincisi; Antik zamanlarda, bu kıtanın bir jeolojik bir de hiyeratik adı vardı. Hiyeratik adı Mu, jeolojik adı ise Batı Toprakları’dır.

Üçüncüsü; İnsanoğlu ilk kez bu kıtada ortaya çıkmıştır.

Dördüncüsü; Yeryüzündeki bütün medeniyetler, bu kıtadaki insanların kurduğu yerleşik kolonilerdir.

Beşincisi; Yeryüzündeki bütün dinler, bu kıtanın dininden esinlenerek ortaya atılmıştır.

Altıncısı; Bu kıtanın dini Şeytan ve Cehennem gibi şeylere yer vermez, kişinin ruhunun Tanrı ile bütünleşmesi için 12 kötü eğilimi yenip, aşama aşama yükselerek sürekli enkarne olup yeni hayatlarla ruhunu mükemmelliğe ulaştırması gerektiği öğretisini sunar.

Yedincisi; Bütün dinlerin asıl amacı iyi yaşam ve bu Öz’e dönüş, Tanrı’dan gelip ona dönecek olma konusunu baz alarak bir kültür oluşturmak iken, zamanla tahrife uğratılmış ve bazı insanların maddi yaşantısı için çıkar sağlanacak bir gelenek haline getirilmiştir. Asıl amaç, Dünya’ya kendimizi kaptırmayıp, iyi olarak yaşamak gerektiği mesajını taşırken, (Ki İsa ve Buddha buna süper bir örnektir.) insanlar bunu kendi çıkarları doğrultusunda bozmuş ve hatta mesajı getireni öldürmüşlerdir. (Örn: İsa’ın öldürülmesi)
Hem isa hem de Guatama, kendilerinin “Başka insanların da olabileceğinin ötesi” olmadığını bildirmişti. Hatta daha imanlı ve inançlı olursanız, beni bile geçeceksiniz demişlerdi.

Son olarak; size James Churchward’ın, Yaratılış efsanesi ve Mu ile alakalı bir saptamasını sunuyorum. Bunu doğru veya yanlış olarak kabul etmek size kalmış. Neticede bu kısım bir yorumdur. Bildiğiniz üzere Günahlı Doğum ve Şeytan olgusu, Yasak Meyve’yi yemek hikayesi ile başlar.

Sözler şunlar; “7 Başlı Yılan, Yaratıcı olduğu gibi, Süssüz, tek bir yılan da Su sembolüdür. Mısır, Hindistan gibi medeniyetlerde de bu geçerlidir. Yaşam Ağacı ve, Yılan hikayesi. Sanırım hepinizin bildiği bir hikaye. Bu konuda sayısız öykü var. Bu öykü zamanla efsanelere dönüştü ve sonunda ağaç elma verdi. Bu elmalar, efsanenin devam etmesi için gerekliydi, çünkü onlar olmasaydı Havva, Adem’i nasıl baştan çıkaracaktı? Efsaneye bakılırsa, Adem’in cennetten kovulması için bunlar gerekliydi. Böylece bu efsane sayesinde kadın, erkeğin başına gelen tüm kötülüklerin sebebi olmakla suçlandı. Ruhban sınıfı için de, insanları suçlayıp onları dine bağlayabilecek suçluluk duygusunu oluşturmada faydalıydı. “
Yaşam Ağacı ve Yılan
“İnsan dünya üzerinde ilk kez Mu ülkesinde ortaya çıktı, dolayısıyla dünyadaki ilk gerçek yaşam Mu’da varoldu. Ağaçlar meyve verir, insandan bir meyve olarak da bahsedilmişti. İnsan bir ağacın “İlk Meyvesi”ydi. Meyve ise yaşamdı. Mu ülkesi, Yaşam Ağacı’ydı. Böylece Mu, bir simge ile simgelenmiş oldu. Yaşam Ağacı ile. Naacal metinlerindeki desen, Ağacı yılan tarafından sarmalanmış halde gösteriyor. Bu süssüz Yılan, Khan olarak adlandırılıyor ve birçok tablette de suların sembolize ediyor. Mu’nun sularla çevrili olduğu sembolik olarak gösterilmiş. Mu’nun ayrıca diğer hiçbir kıtayla kara bağlantısı da yoktu. Dev bir adacıktı. Dolayısı ile Yılan, Mu’yu çevreleyen sulardı. Bunlar, Yaşam Ağacı’nın ne olduğunu ve neden çevresine sarılı bir Yılan olduğunu gösteren bir tablet deşifresi. Çünkü Ağaca Dolanmış Yılan sembolü, bu tabletlerde de var.

“Kitabı Mukaddes efsanesinde, Cennet Bahçesi’nin (Mu) Keruvlar (Melekler) ve Ateşten Kılıçlar ile korunduğu, Adem ve Havva’nın tekrar içeriye girmesine izin vermediği anlatılır. (Yaratılış Bölümü) Burada çeviri hatası yapılmış. Ezra birleşik bir Mısır sembolünü doğru okumayı başaramamış. Sembol, elimdeki tabletlere göre şöyle diyor; ‘Mu bir ateş çukuruna düştü. Alevler yükseldi ve o batarken her yanını sardı. Sulara gömüldü ve insanın buraya dönmesini imkansız kıldı, yokoldu.”

Diyor James Churcward. Ancak bu gerçekse eğer; Yani Musa’dan 800 yıl sonra metinleri düzenleyen Ezra, bu şekilde bir çeviri yapmış olsaydı şuan dinler açısından çok farklı bir çağda olacaktık. Belki kadınların toplumdaki statüsü bile daha farklı olabilirdi.

Mu Kıtası’nın varlığı Jeolojik olarak kanıtlansa da, kanıtlanmasa da, ortaya çıkarılmış binlerce tablet vardır ve bunlar dinler tarihi ve sembolizm açısından çok önemli belgelerdir. Gördüğümüz, bildiğimiz mitolojilerin tamamen bu kayıtlardan beslendiği ve günümüze kadar değiştirilerek geldiğini düşünmek hiç de abes kaçmayacaktır. Birçok kaynağı yazı içerisinde belirttiğim gibi, bir kısmını da yazı sonuna ekleyeceğim. Okuduğunuz için teşekkürler, gelecek olan diğer yazılar için takipte kalmanız dileğiyle...

NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım benden özel izin alınmadan ve kaynak belirtilmeden hiçbir ortamda kullanılamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz. Benden özel izin almadan ve kaynak belirtmeden kullandığınız taktirde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.

Kaynakça

James Churchward, Kayıp Kıta Mu (Sayfa No Verdiğim Kitap), NoktaKitap Yayınevi, 2009
Sinan Meydan, Atatürk Ve Kayıp Kıta Mu, İnkılap Kitabevi, 1. Baskı.
Sinan Meydan, Atatürk ve Kayıp Kıta Mu 2, Köken, İnkılap Kitabevi. 2008
James Churchward, Kayıp Kıta Mu’nun Kutsal Sembolleri, Çev. Emre Özdal. 
James Churchward, Kayıp Kıta Mu’nun Çocukları, Omega Yayınevi
James Churchward, Kayıp Kıta Mu’nun Kozmik Güçleri, Omega Yayınevi, Çev. Burak Aydar.
Manava Dharma Sastra, Kitap 2, Sloka 74
Manava Dharma Sastra Kitap 1, Sloka 8–10
Kitab-ı Mukaddes, Kutsal Kitap Yayınları, İstanbul 2011.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder